“Karanlığa küfretmektense bir mum da sen yak”

31 Ocak 2008 Perşembe

“Gâlip” Ağabey’in aziz hâtırasına; muzdarip bir “mağlûp”lar denemesi...

Yine bir Muharrem ayında, tabiatın, baharın teşrîfine ağır ağır hazırlandığı bir Muharrem ayında, mor salkımların açma ve kokularını yayma gayretlerinin mevsiminde, Gâlip Ağabey’in gidişiyle geçen altı senenin, altı Muharrem ayının, altı mor salkımların açma mevsiminin ardından bir “mağlûp”lar denemesinin içinde debelenmekte olan ben...

“Mağlup”ların en güzellerinden biri ile başladığını fark etmiş olarak, bir “mağlûp”lar bahsini daha yazmak borcunu yüklenirken yüreğime, Muharrem’in en güzel, en yiğit, en mazlum ve en asil ecdâda yaslanan soyun, Muharrem “mağlûp”larından birisi ile mor salkımlar arasındaki benzerliği de âniden görmek ve yine hüzünlenmek, yine üzülmek ve yine ah-u enînlere gömülmek gibi bir kaderi yaşamak zorundayım...

Muharrem mevsiminin bidâyetinde filizlenmeğe başlayan mor salkımların, niçin hemen boyunlarını büktüğü ve mosmor çiçeklerini dallarına yüklemeğe çalışırken telâş içinde, dallarının tüm liflerinde hissettiği korkunun en müessirinden esbâbı, Muharrem ayının soğuk sürprizleri, âniden bastırıverme ihtimâli olan ayazın ve bir günlük de olsa kar yağma ihtimâlinin içinde gizli... Muharrem ayının, mor salkımlar mevsiminin içindeki en kötü sürpriz, bir ayaz ve kırdığı mor salkımlar; açamayan, sarkamayan, kokamayan mor salkımlar...

Birkaç neşeli bahar gününde yakaladınız yakaladınız, eğer kaçırdı iseniz mor salkımları ve kokularını, bir sene daha beklemek gibi bir ıstırâbı yaşamak zorundasınız demektir... Mor salkımlı bir evde yaşamadı iseniz, böyle bir evi görmediyseniz, hiç olmazsa Halide Edip’in “Mor Salkımlı Ev” romanını okumadı iseniz, vay hâlinizedir, bu ıstırâbı anlayamazsınız; bu ıstırâbı anlamamakla kârdayız sanıyorsanız kendinizi, daha da büyük bir tegâfüldür bu sizin için, bilesiniz...

Mor salkımlarla, Muharrem ayının tarihe düştüğü en dramatik kayıt arasındaki benzerlik; Hüseyin’in, Peygamber’in sırtında gezinen Hüseyin’in, bir mor salkım gibi açamadan, salınamadan ve kokamadan bahar gibi boynunu bükmesi, solması, ümitsizce de olsa bir sonraki mor salkımlar mevsimini bekleyemeyecek olması ve toprağa düşmesi değil de nedir?

Ne mor salkımların, ne de Hüseyin’in hiç bir suçları yoktu. Fakat ikisinin de içlerinde kurulan zembereğin sonsuzluğa ve ölüme uzanan ayarları; damakta kalan nâdir lezzetler gibi.. onları tam da açacak iken, tam da güzel kokularını saçacak iken, yokluğa yolculukları, onlarla kendilerinin dışındaki zamanın zembereklerinin farklı kurulmalarıdır; mor salkımların dallarına, Hüseyin’inin de hayata tutunamamaları...

“Gâlip” Ağabey de yine bir Muharrem mevsiminde göçmüştü yokluğa... Onun farkı, ardında koklanacak güzel kokular bırakmasıydı, mor salkımlara nâzire... Dünyâyı küçük görmüş, olan biteni tahfif etmiş, yalnızca sevdikleri için yaşamıştı “Gâlip” Ağabey. Dünyâya bir tebessüm ile vedâ edinceye kadar bitiremediği bir romantik romanı okudu... İçinde karşılıksız sevgi vardı o romanın. Sadâkat vardı. Hey hât! Bir serencâmın resmî dilinde ihânet ile tanımlanan bir sadâkat... Yalnızca O’nu “bilenlerin” bildiği bir sadâkat... Bir serencâmın sözde sâdıkları, ikbâl ile kaygılanırken kendi yuvalarında, aynı serencâmın hâini(!) Gâlip Ağabey, aynı serencâmın mağdurlarına kendini, ömrünü adayan bir ihâneti(!) yaşıyordu... İsminin inadına “mağlup”tu, sadâkatinin inadına hain(!)...

Ömrü boyunca okuduğu o romantik romandan anladığı ve geride bıraktığı ise, “biz yeteri kadar sevmeyi bilmiyoruz”du...

Bu yüzden belki de “mağlûp”lar safındaydı o da... Hayâlindeki ve hayâtı boyunca okuduğu o romantik romandaki kahramanları, gerçek dünyada yeteri kadar sevmeyi öğrenememişlerdi...

Eugenie Grandet gibi sâdık kalsa da “Gâlip” Ağabey, onun roman kahramanları her zaman sâdık değillerdi. Bunu biliyordu, ama sevmekten de aslâ vazgeçmiyordu. Böylesine tersinden bir “mağlup”luktu “Gâlip” Ağabey’in “mağlûp”luğu... İsmine trajik bir nâzire idi “Gâlip” Ağabey’in “mağlup”luğu...

Kızılay'da bir avukat yazıhânesinin diğer “mağlûp”larından, yazıhânenin faaliyetinin tamâmında yorgun, argın mesâiperestlerinden İsmail Vayvaylı, “Gâlip” Ağabey’inin ardından şunları yazmıştı; Türk Yurdu Dergisinin Haziran/1997/118. sayısında:


“(...) ama o çelimsiz Gâlip Erdem 6-7 yıl, haftalık iki duruşma ve iki ziyârete düzenli gitti. Haftanın dört gününü Mamak’ta geçirdi. Ne onları, ne de ailelerini boynu bükük bıraktı. Para dilenciliği, giyecek dilenciliği yaptı. Şahsiyetini değil, Mamak’ı tercih etti. Bu iş, değil bir kişinin, koca bir ekibin altından kalkabileceği bir iş değildi. Bu yaptıklarını sayılarla, rakamlarla ifadeye kalksak aklın ve mantığın kabul edebileceği bir şey değildir... Bunu Mamak’ta yatanlar ve onların ailelerine sormak ve onlardan dinlemek lazımdır; şayet hâfızalarında kaldı ise...

Gâlip Erdem, Mamak ile mücâdelesine son noktayı da koydu. Vazifesini ifa etti ve köşesine çekildi. O bir kahraman olarak gitti. Bir zirveydi, o bir haindi, o bir kahramandı...”.

İsmail’in sorduğu bir soru “Gâlip” Ağabey için mânidâr değil... İsmail’in bu şüphesi ne kadar makûl ise, "Gâlip" Ağabey için o kadar mânâsızdı... “Şayet hâfızalarında kaldı ise” cümlesi ile İsmail ne kadar haklı ise, bu cümle “Gâlip” Ağabey için bir o kadar da önemsizdi... Çünkü O, ömrü boyunca okuduğu romantik romanın gerçek kahramanıydı... Sevgisinin karşılığı ne hatırlanmak, ne vefâ, ne anma günleriydi. Yalnızca ve başlı başına bir sevgiydi onunki, bir fenomen olarak yalnızca bir sevgiden ibâretti “Galip” Ağabey. Bundan gerisi dünyada kalanların meselesiydi...


Niçin dünyanın bütün güzelleri “mağlup”lar arasında saf tutar, el bağlar?

Cem Sultan, Genç Osman niçin “mağlup”lar arasındadır, güzel oldukları için m
i “mağlup”turlar, “mağlûp” oldukları için mi güzeldirler?

“Gâlip” Ağabey, sen, hatırlanıyorken de, unutuluyorken de, sâdık iken de, hâin(!) iken de güzeldin... Hep güzel olarak kalacaksın... Kaybettiğimiz ve artık nerede kaybettiğimizi bilemediğimiz bir güzel olarak kalacaksın...

Ölümü biz inkâr etsek ne olur ki, o bizi inkâr eder olur biter...

Gâlip Ağabey,ölümün bizi inkâr edeceği bir gün, son vedâ ânında dudaklarımıza refâkat edecek bir tebessümün hemen ardından buluşmak üzere...

Adnan İSLAMOĞULLARI

Kaynak: http://mahmutaltay.googlepages.com

Hiç yorum yok: