“Karanlığa küfretmektense bir mum da sen yak”

30 Ocak 2008 Çarşamba

Önde Giden Atlılar


Uzun zamandır odamda, yığınla kitap arasında düşünüyordum. Bir rüya görüyordum demin. Kapılar açılıyor ardı ardına, bir sürü kapılar. Annem odama girerek perdeleri açıyor, uyanıyorum. Pencereyi açtığı için anneme kızıyorum. Oysa kapatmak istiyordum pencereleri, hatta yazılarımdaki bütün boşlukları, satır aralarını bile.

Yatağımdan kalkıyorum. Telefonda Selma Hocam “Yeşil Cami’de” olacağız diyor, Ümit Hocam da burada." Tedirgin bir ikindi vaktini ezberliyorken sokaklar, çıkıyorum evden. Etrafıma bakmaya ürküyorum. Sanki birazcık dikkatli baksam insanlar içimdeki bozkıra düşecek ve bu yorgun vakti kilitleyecekler göğsüme...

Camiye girdiğimde Selma Hocam sevgiyle karşılıyor beni. “Seni su sesiyle karşıladık canım” diyor. Bir musikiden bahsediyorlar… Ümit Hocam'a bakıyorum etrafı kalabalık. Bir bey, cami hakkında bilgi veriyor. Hocamız elindeki deftere notlar aldıktan sonra tekrar kendisine bilgi veren beyi dinliyor. Ara sıra bakışlarıyla yakalıyor beni. Bir ara yanıma yaklaşıp “Bugün sana başka bir gözle bakıyorum, Mal Hatun.” diyor. Olduğum yerde kalıyorum. Hünkâr mahfilini gezdireceklermiş. En son yurdumuza ziyarete gelen yabancı bir devlet başkanına açılmış imiş önümüzdeki bu kilitli kapılar. Neyzen Mustafa Efe Bey çiniler hakkında bilgi verirken Çelebi Mehmet Han döneminden kalma olduklarını söylüyor bu harika eserlerin. Ümit Hocam beni göstererek “Asıl Çelebi Mehmet döneminden kalan işte orada duruyor…” diyor. Bütün bakışlar bana çevrilince, utanıyorum, sıkılıyorum, başımı önüme eğiyorum. Malhun Hatun olmak... Uzun zamandır Hz. Dedemin bana verdiği bu ikinci isim üzerinde düşünüyorum. Kim bu Malhun Hatun? Ruh akrabalığımız nereden? Allah’ım görülmemiş rüyalarla dolmuş gibiyim.. Göğsüme genişlik ver...

Camide Selma ve Ümit Hocamın ardında geziyorum. Benimkisi gibi zavallı bir ruh, olgunluğa ermiş iki ruhun peşinde. Çelebi Mehmet Hanın itikâfa girdiği odanın önündeyiz. Kapının kocaman kanadı yerinden oynadığında rüyamı hatırlayarak ürperiyorum. İçeriye girmeye hemen cesaret edemiyorum. Neyzen Mustafa Efe Bey “Birazdan ney konserimiz başlayacak, biz iniyoruz. Odayı en son ziyaret eden çıkarken kapıyı lütfen kilitlesin” diyor. En son ben kapıdayım. Bir ses “Buyur, içeri gel” diyor. Şaşkın ve ürkek giriyorum. Zayıf, uzun boylu, billur sesli biri rahlenin başında Kur’an okuyor. Yürüyorum ya da yürütüyorlar. İçeride gümüş renkli bir aydınlık var. Şakaklarında gümüşî aklarla yakamozlar ışıldayan yakut gözlü, nur yüzlü bir kadın “Korkma! Ben Malhatun, seninle tanışmak istedim” diyor.

Titriyordum… Sahiden de karşımda duran Şeyh Edebali’nin kızı Malhun Hatun mu? Bu ak saçlı bilge kadın? Oysa ben onu hep bir genç kız olarak tahayyül ederdim. Uzanan o fosfordan yeşil eli öpüyorum. Titrek sesimle “Siz…Siz beni nereden tanıyorsunuz ki?”diye soruyorum.“Hani ak bulutlardan yağmurlar boşaldığı o gün, eski bir medresede ağlıyordun ya? Biz kimiz Allah’ım? Neden geçmişimize bu kadar düşman hocalarımız?" diye inlemiştin ya? İşte o gün tanıtmışlardı seni bana. Hani güz yağmurları vardı sokaklarda? Hani insan seline karışarak fakülte koridorlarında sıkışan yüreğin, her gece uykularını bölen, güzel düşlerini yaralayan o kızıl haykırışlar içinde kalmıştın ya? İşte o gün tanıtmışlardı seni bana. Yesripli kızların topuklarının çöle değişi gibi taş kaldırımlarda özlemiştin Hz. Muhammed’i…

Senin sevdan çoçukluğunda sarıldığın o çınar ağacında başladı. Başını buğulu vapur camlarına dayadığında “Fatih benim yaşımda gemileri karadan yürütmüştü” demiştin ve herkesin gülüp eğlendiği o hisarlarda sen ağlayıp dualar etmiştin. Hani bir yaz yağmurlara hasret kaldığın hasta yatağında çok ağlamıştın ve ağlamanın da bir nevi ıslanmak olduğunu anlamıştın ya? Ağlamak ıslanmak, erimek, bitmek demekmiş. İşte o gün büyük dava uğrunda kol kanat açıp uçmuştun.

Sen Allah’a inananları hep sevmiştin. Bakışları buğu buğu ak dedelerin ellerini öptüğünde Şeyh Edebali Dede’nin de gönlüne girmiştin. Hele örtünü sevip dokunuşuna parmaklarının ipeksiliğini katarak okşayışın yok muydu, işte bu bizim aradığımız kız demiştik. Kollarını geniş gövdeli çınar ağacına doladığın o minik kızlığından beri bırakmadık peşini. Aykırı zamanlardaydık belki, ama olaylı caddelerde yanındaydık. O yangın caddelerini beraber adımlıyorduk seninle. Kalabalık caddelerin, loş koridorların, dergilerin, kitapların arasından sana bir damar gibi boşalıyorduk!

Şimdi!... Bu Yeşil Cami’de... Hünkâr mahfilinde, Çelebi Mehmet Hân Dede'nin itikafa girdiği bu odada herkesten ve her şeyden arındırmak istiyoruz seni. Artık gidebilirsin sevgili kızım. Yarım öykü müsvettelerini kırık-dökük daktilo tuşlarının soğuk dokunuşlarından kurtarmanı istiyoruz. Bütün sokakları kaplayan insan seli tek bir suret halinde sende kendini görmeli. Bir bakışınla duyarsız gözleri ağlatmalı, hüzünlü kalplere su serpmelisin. Rayların, otogarların, otoyollarının ortasında, bu metropol insanlarına hayat olmalısın yazılarında. Sen bizim asırlık damarlarımızdan süzülen aşksın. Akmalısın... Şehir meydanlarında, geniş gövdeli sütunların süslediği mabetlerde koşmalısın. Koş Malhatun… Estikçe güzelleşen o mabetlerin loş esintisi göğsünü genişletsin. Düşüp kalktıkça kanayan dizlerine inat koş... En mutsuz anlarında dahi... Ev bulup evsiz kaldığında, yurt bulup yurtsuz kaldığında, sevda çekip aşksız kaldığında yeniden ayağa kalkıp koş… Sen iki dünya arasında olması gereken yerdesin.

Git Malhun... Dualarımızla ördüğümüz günler seninle olacak. Sen ümidimizsin. Nicedir utanır olduk torunlarımızın gidişatından. Yüzlerimiz depremlerin sancılarıyla çatlak çatlak oldu. Bir tarafta yarım kalmış şiirlerin ve romanların, hâlâ rengini keşfedemediğin o kızgın bakışların da ne? Hani oturup minik yürekli bir kızken dinlediğin şarkılardan masallar mı anlatmak hâlâ maksadın? Melekler giren düşlerinde sen uyurken gamzelerin öpülürdü hani? O düşlerden uyanmalısın Malhun. Bak bizim sedirli odamızın hasır döşeklerinde kan denizleri var artık!

Bütün dünyalıkları yüreğinden kov! Aşkın yalnızca bir basamak olduğunu da unutma! Git Malhun... Önündeki kapılar bu kapılar gibi kendiliğinden açılıverecek. Yunus Peygamber’in okyanusun dibinde yemyeşil ama çok yüksek bir duvarın dibinde aylarca kapı aramasına nasıl gerek yoktuysa... Ve Allah’ı zikretmekle gizli kapılar duvarların gizli yerlerinden nasıl beliriverdiyse, bu kapılarda önünde öğlece açılıverecek. Unutma Malhun; her iki söz arasında nice bir özge söz vardır; o sözleri bulasın! Her bakışın arasında nice bir özge bakış vardır; O bakışla bakasın, o bakışla göresin! Dinlemeyi ve görmeyi bilmen gerek!.."

Odadan çıkıyorum. Yürüyorum güneşin tam ortasına doğru. Ayın hilâl olup oruçlaştığı mümin yüreklerde Ümit Hocam dua dua koşuyor, önümüzde koşan bir atlı gibi. Göğsümü genişleten ipeksi bir koku yayılıyor yüreğime. Gözlerimin denizlerinde dualaşan ney eşliğinde Selma Hocam şiir okuyor. Görünmez semazenler orta yerde dönerken, Ümit Hocam ruhen eşlik ediyor gibi onlara.

Akşam hocalarımdan ayrılırken onlara hiçbir şeyden bahsetmiyorum. Caddede yürüyorum. Başladığım yerdeyim. Ama hiçbir şey bıraktığım gibi değil. Vitrin camlarına akseden görüntüm de değişmiş. Bu buruk gülüş, bu mahzun gözler ve sanki çok ağır bir yükü taşıyormuş gibi yorgun ama bu yorgunluktan bir o kadar da memnun yüreğim daha önce neredeydi? Hepsini bu yolculukta mı buldum?

Her şey akıp gidiyor bir keder ile; insanlar, arabalar, günler aylar ve yıllar… Hep aynı şeyi anlatıyor makaleler, hikâyeler, denemeler... Birden Malhun Hatun’un sesini duyuyorum; “ Evladım… diyor billur sesi, insan önce kendini arar, kendini keşfeder!”

Ağlıyorum!... Yanımdan gelip geçen insanlar bana bakıyorlar. Allah’ım ne kadar uzağız biz birbirimizden böyle ne kadar uzak! El ele tutuşan, şehri dolduran insanlar birbirlerinden ne kadar da uzak yaşıyorlar. "Bir ömür aynı sevdaya bağlı kalan kalbiniz için bizimkiler tuhaf hikâyeler" diyorum ona içimden. "Yıllarca bilge babanız Edebali Hazretlerine hizmet etmek, Osman Gazi Hazretleri ile aynı düşleri paylaşmak, yalnız size yazılmış bir masal mıydı? Yaşadınız ve bitti mi? Bize kurumuş asırlık bir çınar mı kalan yalnızca? Başlayışı ve bitişi ansızın, ilk engelde terk edilen kolay sevgiler mi kalan bize? Ben hep bu sevgilerin mi romanını yazmak zorundayım şimdi?"

Hiçbir yere ait olmayan bir yabancının gizli kederiyle eve dönüyorum. Haberler, realiti şovlar, reklamlar, çatal kaşık sesleri. Annem yüzüme bakıyor. “İyi misin kızım? Çok yorgun görünüyorsun. Hadi git yat biraz…”diyor. Ve gözlerimi kapatıp dalıyorum. O yakut gözlere. Yağmura aldanıp, gözyaşlarımı bir nehir sanarak koşmak istedim hep. Benim hayatım mahcup ve derin akan bir nehir gibi. Sessiz ve derin akan münzevi bir yolculuk. Her yolculukta keşfettiğim yeni bir ufuk, yeni bir öykü, yeni bir roman. Hayatım dolu dizgin “Önde Giden Atlıların” ardında, Söğüt’ten Kurtuba’ya kadar…


*Osman Sarı


Saliha MALHUN


Kaynak: sanatalemi.net

Hiç yorum yok: