“Karanlığa küfretmektense bir mum da sen yak”

28 Şubat 2008 Perşembe

İran, ABD-İsrail ve Turan

Biz Türkler''e "Yoksa İran''ın nükleer silah sahibi olmasını mı istiyorsunuz?" diye sormak, bizi bam telimizden vurarak İran''a yapılacak ABD-İsrail askerî müdahalesini meşru görmemizi sağlamayı hedef alan bir "şantaj"dır.

Bu şantaj, Osmanlı-Safevi çatışması, Sünni-Şii sürtüşmesi, İran''daki Türkler''in bağımsız olabilme şansı, İran-PKK ilişkileri gibi yardımcı enstrümanların da eklenmesiyle ve içimizdeki "Amerikan-İsrail muhipleri" eliyle pompalanmakta ve dozu da her geçen gün artırılmaktadır. Harita üzerinde sadece İran''a bakarak veya gözlerinizi yumup sadece İran coğrafyasını hayal ederek karar verirseniz, "manzaranın bütününü" göremezsiniz.

Göremeyince de, yönlendirilmiş olursunuz.

Oysa, kazın ayağı hiç de öyle değildir.

Beyniniz tek bir ülkeye -İran''a- angaje olmazsa ve olup biteceklere daha yukarılardan bakabilirseniz göreceğiniz manzara çok daha farklıdır. Ancak, madalyonun bir de öteki yüzü vardır.

Buna isterseniz, içimizdeki işbirlikçilerin veya aksine, İran''ı Türkiye için potansiyel tehdit olarak görenlerin argümanları da diyebiliriz.

Kabul etmeli ki, burada yazılı olanlar pek de iç açıcı değildir: " İran''ın dış politika hedefleri, ülkedeki rejim değişikliğinden sonra değişmemiş, değişen sadece üslup olmuştur.

Güneybatıya doğru Afrika Boynuzu''na kadar ve kuzeydoğuya doğru da Tacikistan''a kadar uzanan coğrafyada, Şah rejiminde "Pers" olarak uzanılmak istenen her hedefe şimdi "Şii-İslam" olarak uzanılmak istenmektedir. " Nükleer güce sahip olmak, İran''ın siyasi-ekonomik-dinî hedeflerine uzanmasını kolaylaştıracaktır. " Bu ise, en başta Türkistan ve Arap Yarımadası coğrafyalarında, Türkiye''nin menfaatleriyle çatışacaktır. *** Bu gerçekleri bir kenara not edip, tekrar madalyonun önceki yüzüne dönelim ve bu gerçekleri gerekçe kabul ederek İran''a yapılacak müdahaleyi hoş görürsek neler kazanacağımızın ya da kaybedeceğimizin hesabını yapmaya çalışalım: " İran aleyhtarı bütün argümanlara rağmen, İran''ın gücü biraz abartılmamakta mıdır? Her şeyden önce, İran''daki Türk nüfusu bazı yazarların yazdıkları gibi (Kemal Yavuz, Akşam, 9 Mart 2005) 10 milyon değildir.

Bu rakam, 35-36 milyon (İran nüfusunun % 51''i) dolaylarındadır ve bu potansiyel "Türkiye''nin İran içindeki nükleer silahı"dır.

Dolayısıyla, bir Türk-Fars çatışmasında zararlı çıkacak taraf İran''dır. " Bu göz ardı edilir ve İran''ın pasifize edilmesi başkalarına bırakılırsa, ABD-İsrail yayılması Irak''tan sonra İran''a ve ardından da Pakistan-Afganistan üzerinden Türkistan Türk cumhuriyetlerine ulaşmayacak mıdır? Siyonist nüfuz alanı bu derece büyür ve Çin''i Orta Doğu-Hazar enerji kaynaklarından tamamen tecrit ederse, Türkiye''nin o meşhur "stratejik önemi" ne olacaktır? " Soğuk Harp yıllarında SSCB''yi güneyden çevrelemek isteyen Yeşil Kuşak''a benzer biçimde, bu yeni "Arap Yarımadası-Türkistan ekseni" Çin''in enerji kaynaklarına uzanmasını engellediğinde, "Türkiye''nin bütününün varlığı"na duyulan ihtiyaç hâlâ devam ediyor olacak mıdır? " Yoksa aksine, çöpe atılmış Türkiye haliyle alternatif arayışlara yöneleceğinden, bunu önleme mazeretine sığınılarak, Türkiye''nin "parçalanması" ve "paylaşılması" planları mı uygulamaya konacaktır? " Sadece bölgesel gözlükle baksak bile, İran rejimi müdahaleyle değiştirildiğinde ve sözde bir demokratik sisteme dönüştürüldüğünde, aynı Şah döneminde olduğu gibi, ABD-İsrail politikalarının her zaman için İran''ı Türkiye''ye tercih edeceğini ve Türkiye''nin ikinci plana itileceğini göremeyecek kadar da uzak görüşten yoksun muyuz? *** Gelelim can alıcı soruya: "Bugün için" kaydıyla, Türkiye''nin menfaatleri nerede? " Türk politikası, her şeyden önce, İran''ın kazanmış olduğu veya kazanacağı nükleer kabiliyeti dengeleyecek arayışlara başlayacak kadar cesaret sahibi olmalıdır.

Bu cesaret doğrultusunda harekete geçildiğinde ise; Pakistan, başta Kazakistan olmak üzere Türkistan Türk cumhuriyetlerinin nükleer silah ve bilim adamı potansiyeli, eski SSCB ülkelerinden kaçırılmış nükleer silahlar, üçüncü nesil tabir edilen taktik-altı düzeyli (bir kısmı çanta tipi) nükleer silahlar gibi şansları karşısında bulacaktır. " İran''daki Humeyni rejiminin, hem de en koyu biçimde, devam etmesi Türkiye için hayatî önem taşır; hatta bir beka sorunudur. " Üstelik, İran''daki dinî rejim, ABD-İsrail ikilisiyle iyi ilişkiler içinde de olmamalıdır. İran''daki ırkdaşlarımız, elbette, bağımsızlıklarına mutlaka kavuşmalı ve Kuzey Azerbaycan ile mutlaka birleşmelidirler.

Bununla da yetinilmeyip, "Türkiye-Birleşik Azerbaycan-Türkmenistan Birliği" (Oğuz (Türkmen) Birliği) mutlaka kurulmalıdır, zira bu, kuzeydeki Kıpçak grubuyla birleşilerek kurulacak "Turan"ın bir önceki adımı olacaktır.

Ama bunların yolu ve şartı, sadece ve sadece "Türk iradesi" ile gerçekleşebilecek olmasıdır.

İran''ın ABD-İsrail boyunduruğu altına girmesi, bizim Turan hayallerimizi yok eder.

Daha da kötüsü, Türkiye Cumhuriyeti için bile risk başlar.

Ferruh Sezgin / 11.03.2005


Kaynak: turkdirlik.com

11 Şubat 2008 Pazartesi

Avrupa Kökler, Efsaneler, İnançlar V

“Avrupa” denildiğinde akla gelen ilk aslî unsurlardan birisinin “Germenler” olduğu kuşkusuz. Ancak, yekpare bir bütün değil, bir kavimler topluluğu Germenler. Nitekim, kendilerine “Germen” de demezlermiş. “Germen” sözcüğünün nereden geldiği de kesin olarak bilinmiyor.

Günümüz Almanya’sına adını veren “Allemani” Germen kavimlerinin önde gelenlerinden birisi ama başkaları da var: Angles’ler, Sakson’lar, Burgundî’ler, Lombardlar, Vizigotlar, ve diğerleri. Bu insanlar etnik bir dayanışma içine girmemişler. Tersine, Milâttan sonra yedinci yüzyıldan itibaren çeşitli halklara bölünmüşler.

Bu halklar giderek ayrışmış, farklılaşmış ve Avrupa’nın bugünkü ulus-devletlerini oluşturmuşlar. Tarihi süreç'e bu pencereden baktığımızda Germenlerin ilk etnik dayanışmayı Avrupa Birliğini kurarak gerçekleştirdiklerini düşünmek de mümkün.

Söylediğimiz gibi, Avrupa’nın aslî kavimlerinden oldukları kuşkusuz Germenlerin ama tek mi? Bakın, işte o öyle değil. Hunlar da var. Hunlar, “Allemani”nin hakimiyetindeki Alsace, Baden ve kuzeydoğu İsviçre’yi kapsayan bölgenin birkaç yüz kilometre ötesinde, bugünkü Macaristan’ın Segedin bölgesinde yerleşikler. Birinci Batı Hun devleti orada.

Allemanni’nin İsa’dan sonra beşinci yüzyıldan itibaren, batıya doğru yayılmaya başlayınca karşısında bir başka Germen kavmi olan “Franklar”ı bulduklarını biliyoruz. Günümüz Fransızlarının aslî kavmi sayılan “Franklar”la Allemanni İsa’dan sonra 496 yılında nihai bir muharebede kapışıyorlar. Allemanni yeniliyor, Avrupa hakimiyeti Franklara geçiyor. 496 yılındaki bu savaş modern Avrupa’nın oluşumunda mihenk taşı sayılıyor. Batı Avrupa’ya yeni bir yüz kazandıracak süreçi başlattığı söyleniyor.

Bu yeni yüz, Hıristiyanlıktır. Pagan Avrupa 496’dan itibaren Hıristiyanlaşıyor. Eski Çağdan, Orta Çağ’a geçiyor.

Gelelim, Türklerin aslî unsurlarından birisi olan Hunlara.

Hunlar, Birinci Batı Hun Devletini 496 Allemanni-Frank savaşından yüz yıl kadar önce 374 yılında Macaristan’da kurmuşlar. İlk hükümdarları Balamir Han. Germen kavimleri birbirleriyle savaşadursunlar, Macaristan’da yerleşik batı Hun devleti hanedan değişiklikleriyle, birinci, ikinci Batı Hun devletleri şeklinde iki yüz yıl kadar yaşıyor. 565 yılında yine bir hanedan değişikliği var. Bu defa yine aynı bölgede, bugünkü Macaristan’ın Segedin bölgesinde, Bayan Kağan’ın kurduğu Birinci Batı Apar Devletini görüyoruz. Birinci Batı Apar Devleti de İsa’dan sonra 805 yılına kadar yaşıyor.

Hunlar, Avrupa’da yerleşen tek Türk kavmi değil. Merkezi bugünkü Ukrayna’nın sınırları içinde kalan Pereyaslav ‘da yerleşik bir de Tuna-Bulgar Devleti var ki, 679 yılında Asparuh Han tarafından kurulmuş. Tuna-Bulgar devleti 1018 yılına kadar devam ediyor. Ancak, 864’den itibaren Türklük niteliğini kaybetmiş sayılıyor. Neden, çünkü 864’de resmen Hıristiyan oluyorlar.

Ne var ki, tarih bugünden yarına değişmiyor. “Sıçrama” yapmıyor. Diğer bir deyişle, ilk anayurt olan Orta Asya belleklerde hiçbir zaman tamamen terkedilmiyor; destanlarda, efsanelerde hatta batıl inançlarda sürüyor.

Germen kavimlerinin Tanrıça Ostara efsaneleri gibi, kâinatın, insanın, kadın ve erkeğin yaradılışı, Türk milletinin doğuşu, çeşitli Türk devletlerinin kuruluş gelişme, çöküş süreçleri, zafer ve yenilgileri gibi konuları anlatan Türk destanları, belleklerden silinmedikleri gibi yeni durumlara uyarlanıyor, yeniden şekilleniyorlar. Tabii ki, tarihî gerçekleri hiçbir zaman doğru biçimde nakletmiyorlar. Kaldı ki, Orta Asya'dan itibaren Avrasya coğrafyası üzerinde uçsuz bucaksız bir alana yayılan Türk kültürü, kaçınılmaz olarak farklılaşıyor. Çeşitleniyor, zenginleşiyor. Ancak… Orta Çağ Avrupası şöyle dursun, günümüzde Asya’da yerleşik yedi Türk cumhuriyetinde (ve çok sayıda özerk toplulukta azınlık olarak) yaşayan Türk kavimlerinin efsane ve destanlarında ilk kaynaktan gelen ortaklık İslâmiyet’ten sonra da sürüyor.

Meselâ, Nevruz. Nevruz hoş bir gelenek olarak İslamiyetten sonra da sürüyor. Hatta, Nevruz geleneklerini kayda geçirenler Onbirinci yüzyılda yaşayan ünlü tarihçi El-Biruni gibi saygın isimler. Ömer Hayyam'ın Nevruzname isimli risalesinde, Nizamül - Mülk'ün Siyasetname’sinde, Firdevsi'nin Şahname’sinde, Alişer Nevai'nin Seddi - İskender’inde ve Büyük Nizami'nin İskendername’sinde Nevruz’dan bir halk bayramı olarak uzun uzun bahsediliyor.

Öte yandan, 374 yılında Avusturya-Macaristan cıvarında kurulan Birinci Hun Devletinin günümüze kadar gelen destanı ünlü Hun-Oğuz destanı. Destanın Hunların İslâmiyet öncesi inançlarını yansıtan ilk hali, 1200’lü yıllarda Uygur harfleriyle kaleme alınmış. İslâmdan sonra 1300’lerde bir kez daha ama bu defa Farsça yazılmış. Bir de 1600’lü yıllarda Ebul Gazi Bahadır Han’ın Türkmenler arasındaki sözlü rivayetlerden ve önceki yazmalardan faydalanarak derlediği çeşitlemesi var.

İslâm öncesi haline göre, Hunların atası Oğuz Kağan, Ay’ın oğlu. Yüzü gök, ağzı ateş, gözleri elâ, saçları ve kaşları kara perilerden daha güzel olan bu annesinden ilk sütü emdikten sonra konuşuyor, çiğ et, çorba ve şarap istiyor. Kırk gün içinde büyüyor ve yürüyor. Ayakları öküz ayağı, beli kurt beli, omuzları samur omuzu, göğsü ayı göğsü gibi, vücudu baştan aşağı tüylü.
Bu tarife göre günümüzde hiç de yakışıklı bir erkek sayılmaz ama zamanın güçlü erkeğini tanımlayan unsurlar bunlar.

Oğuz, at sürüleri güdüyor ve avlanıyor. Anlaşılan henüz yerleşik tarıma geçilmemiş. Yaşadığı yerde çok büyük bir orman, ve bu ormanda çok büyük, çok güçlü bir gergedan yaşıyor. Bir canavar gibi olan bu gergedan at sürülerini ve insanları yiyordu. Oğuz cesur bir adam. Günlerden bir gün bu gergadanı avlamağa karar veriyor; kargı, yay, ok, kılıç ve kalkanını alıyor, ormana giriyor. “Bir geyik avladı ve onu söğüt dalı ile ağaca bağladı ve gitti,” diye sürüyor efsane, “Tan ağarırken geldiğinde gergedanın geyiği almış olduğunu gördü. Daha sonra Oğuz, avladığı bir ayıyı altın kuşağı ile ağaca bağladı ve gitti. Tan ağarırken geldiğinde gergedanın ayıyı da aldığını gördü. Bu sefer kendisi ağacın altında bekledi. Gergedan geldi ve başı ile Oğuz'un kalkanına vurdu. Oğuz kargı ile gergedanı öldürdü. Kılıcı ile başını kesti. Gergedanın barsaklarını yiyen ala doğanı da oku ile öldürdü ve başını kesti.”

Sonra “Günlerden bir gün Oğuz Kağan Tanrıya yalvarırken karanlık bastı. Gökten bir gök ışık indi. Güneşden ve aydan daha parlaktı. Bu ışığın içinde alnında kutup yıldızı gibi parlak bir ben bulunan çok güzel bir kız duruyordu. Bu kız gülünce gök tanrı da gülüyor, kız ağlayınca gök tanrı da ağlıyordu. Oğuz bu kızı sevdi ve bu kızla evlendi. Günler ve gecelerden sonra bu kız üç oğlan çocuk doğurdu. Çocuklara Gün, Ay ve Yıldız isimlerini verdiler. Oğuz ormanda ava çıktığı günlerden birinde göl ortasında bir ağaç gördü. Ağacın kovuğunda gözü gökten daha gök, saçı ırmak gibi dalgalı, inci gibi dişli bir kız oturuyordu. Yeryüzü halkı bu kızın güzelliğini görse dayanamaz ölüyoruz derlerdi. Oğuz bu kızı sevdi ve onunla evlendi. Günlerden gecelerden sonra Oğuz'un bu kızdan da üç oğlu oldu. Bu çocuklara Gök, Dağ ve Deniz isimlerini koydular.

Oğuz Kağan büyük bir toy (şenlik) verdi. Kırk masa ve kırk sıra yaptırdı. Çeşit çeşit yemekler,şaraplar, tatlılar, kımızlar yediler ve içtiler.Toydan sonra Beylere ve halka Oğuz Kağan şunları söyledi:

Ben sizlere kağan oldum
Alalım yay ile kalkan
Nişan olsun bize buyan
Bozkurt olsun bize uran
Av yerinde yürüsün kulan
Dana deniz, daha müren
Güneş bayrak gök kurıkan

Oğuz Kağan bu toydan sonra dünyanın dört bir tarafına elçilerle şu mektubu gönderdi:" Ben Uygurların kağanıyım (niye Uygurların? Çünkü destanı Uygur Türkleri de benimsemişler) Ben Uygurların kağanıyım ve yeryüzünün dört köşesinin kağanı olmam gerekir. Sizden itaat dilerim. Kim benim emirlerime baş eğerse, hediyelerini kabul eder ve onu dost edinirim. Kim baş eğmezse, gazaba gelirim. Onu düşman sayarım. Onunla savaşır ve yok ettiririm".

Destan, “O zamanlarda sağ yanda bulunan Altun Kağan, Oğuz Kağan'a pek çok altın gümüş ve değerli taşlar hediye etti ve ona itaat ederek dostluk kurdu” diye devam ediyor, “Oğuz Kağanın sol yanında ise askerleri ve şehirleri çok olan Urum Kağan vardı. Urum Kağan Oğuz Kağanı dinlemezdi. Oğuz Kağan'ın isteklerini gene kabul etmedi. Oğuz Kağan gazaba geldi, bayrağını açtı ve askerleriyle birlikte Urum Kağana doğru yürüdü. Kırk gün sonra Buz Dağ'ın eteklerine geldi. Çadırını kurdurdu ve sessizce uyudu. Tan ağarınca Oğuz Kağanın çadırına güneş gibi bir ışık girdi. O ışıktan gök tüylü gök yeleli büyük bir erkek kurt çıktı.” Gök mavi demek. Bahsedilen mavi kurtun bugün Ukrayna’da yaşayan Hıristiyan Gagavuzların – ya da Gök Oğuzların - bayraklarında yer alan mavi kurt başı olduğunu düşünmek heyecan verici!

Mavi Kurt: "Ey Oğuz, sen Urum üzerine yürümek istiyorsun; Ey Oğuz ben senin önünde yürüyeceğim." dedi. Bunun üzerine Oğuz çadırını toplattırdı ve ordusuyla birlikte kurdu izlediler. Gök tüylü gök yeleli büyük erkek kurt itil Müren denizi yakınındaki Kara dağın eteğinde durdu. Urum Hanın ordusu ile Oğuz Kağanın ordusu arasında büyük savaş oldu. Oğuz Kağan savaşı kazandı, Urum Hanın hanlığını ve halkını aldı. Oğuz Kağan ve askerleri Gök tüylü ve gök yeleli kurdu izleyerek İtil ırmağına geldiler.”

İtil dediği dedikleri Volga. İtil veya İdil, Volga’nın Türkçe adları. Batı Hunların anayurtlarını işaretliyor. Efsane, “Oğuz Kağan'ın beylerinden Uluğ Ordu bey itil ırmağını geçmek için ağaçlardan sal yaptı ve böylece karşıya geçtiler.” Diye sürüyor, “Oğuz'un bu buluş hoşuna gittiği için bu Uluğ Ordu Bey'e "Kıpçak" adını verdi.”

Bugünkü Gagavuzya’da Kıpçak adında bir köyün hâlâ ayakta olduğunu hatırlatmadan geçemeyeceğim! Ayrıca, günümüz Kazaklarının atalarının da “Kıpçak”lar olduğu anlatılır. Arkeologlar, Kıpçakların izlerini Sibirya’dan, Rusya’ya ve Avrupa’ya sürerler. İsa’dan iki yüz yıl sonra Atilâ’nın komutasında Avrupa’ya doğru yürüyüşlerine geçerler.

“Gök tüylü gök yeleli kurdu izleyerek yeniden yola devam ettiler. Oğuz Kağan'ın çok sevdiği alaca atı Buz Dağa kaçtı. Oğuz Kağanın çok üzüldüğünü gören kahraman beylerinden biri Buz Dağa çıktı ve dokuz gün sonra alaca atı bularak geri döndü. Oğuz Kağan atını ve karlarla örtünmüş kahraman beyi görünce çok sevindi. Atını getiren bu beye: "Sen buradaki beylere baş ol. Senin adın ebediyen Karluk olsun." dedi. Bir süre ilerledikten sonra gök tüylü ve gök yeleli erkek kurt durdu. Çürçet yurdu adı verilen bu yerde Çürçetlerin kağanı ve halkı Oğuz Kağana boyun eğmeyince büyük savaş oldu. Oğuz Kağan, Çürçet Kağını yendi ve halkını kendisine bağladı. Oğuz Kağan, ordusunun önünde yürüyen bu gök tüylü gök yeleli erkek kurdla Hint, Tangut, Suriye, güneyde Barkan gibi pek çok yeri savaşarak kazandı ve yurduna kattı. Düşmanları üzüldü, dostları sevindi. Pek çok ganimet ve atla evine döndü. Günlerden bir gün Oğuz Kağanın tecrübeli bilge veziri Uluğ Bey rüyasında bir altın yay ve üç gümüş ok gördü. Altın yay gün doğusundan gün batısına kadar uzanıyordu. Üç gümüş ok da kuzeye doğru gidiyordu.Oğuz Kağan bu rüyayı dinleyince yurdunu oğulları arasında paylaştırdı.”
“Altın yay gün doğusundan gün batısına kadar uzanıyordu. Üç gümüş ok da kuzeye doğru gidiyordu”… Türk diyasporasının başlangıcı da bu olsa gerek!

Mitoloji, adı üstünde, esatir yani efsaneler ilmi. Bir kavme ait efsaneler bütünü o halk yeryüzünde silinmedikçe belleklerden silinmiyor. Tüm destanlarda olduğu gibi Hun-Oğuz destanı da bir milletin ortak bilinçaltının istek, beklenti, ve değerlerini anılarıyla birleştirilerek anlatıyor. Ancak, bence daha önemlisi, Türk milletinin kendisine yakıştırdığı nitelikleri, değer verdiği, önemsediği hasletleri belirtiyor. Yiğitlik, güç, binicilik, cengâverlik, sözünün eri olmak, acizlere ve mağluplara merhamet… Bugün bile yadırgamadığımız ortak değerlerimiz.
Alev ALATLI

İslami Kökten Dünyevileşme

Her yeni isteği ve her aykırılığı mutlak ilerlemeci ve özgürlükçü bir değişim göstergesi olarak benimsemek, artık sadece çağdaş cahiliye erbabının saplantısı değil. Günümüzün nice muhafazakârı, bu gidişin kendi özgürlük alanını da genişletebileceği vehmi içinde inanç ve yaşayışına en aykırı alışkanlıklara dahi hoşgörü ile bakmakta veya öyle bir izlenim vermeye özen göstermektedir.

Bu durumu ‘Hudeybiye Şartları’ ile benzerlik kurarak açıklamak zor.

Orada Hazret-i Peygamber’in Mekke’li müşriklerle vardığı uzlaşma, Müslümanlar için çok ağır görünmesine rağmen bir ‘seçenek’ olarak düşman tarafından tanınmayı kesinleştiriyordu.

Burada ise uzlaşma için taviz verme durumundan çok, derinden derine çirkinliklerin olağanlaşmasına katılma süreci var.

Nasıl mı?

Ben inancımın gereklerini hakkıyla yaşayabilmek için özgürlük mü istiyorum, öyleyse inanış ve yaşayışıma aykırı tercihleri olanların da aynı taleplerini haklı bulmalıyım.

Öyleyse başörtülü olarak kızımı üniversiteye gönderebilmeyi istiyorsam, mini etekle de gelenlere karşı çıkamam.

Aşağı yukarı buradan başlayan gizli bir ‘aydınlanmacı’ eğilim Müslümanlığını ciddiye alan çevrelerin de bilinçaltına sinmek üzeredir.

Sırf başörtüsüne özgürlük umuduyla pek çok dindarın AB’ci rüyaya balıklama dalışlarını sorgularsak, ‘Aydınlanma Çağı’ denen ‘bütün insanlığı kökten dünyevileştirme’ aşısını aldıklarını görebiliriz. Böylece batının icat ettiği ve kilisenin yerine oturtmaya çalıştığı ‘Aydınlanma İnanışı’nın Müslüman toplumları da nasıl kuşattığını ölçebiliriz.

‘İlerlemeci iyimserlik’ kuruntusu, Müslümanlığını ciddiye alan insanların da pek çoğunun yüreğine düşen bir kurt gibi iğrenç ve sapkın aykırılıklara karşı bağışıklık sistemimizi kemirmektedir.

Bu, her Müslüman insanın mutlaka yaşatmak zorunda olduğu ‘ümit’ ile özdeş bir ‘iyimserlik’ duygusu ve hoşgörü derinliği değildir. Bu, ‘Aydınlanma Çağı’ ile patlatılan ‘ilerlemeci iyimserlik’ dalgasının herkes için iyilikler getireceği vehmidir. Sanki Beyaz Saray’lı ve Pentagon’lu egemenlik sapkınlarının ‘Amerika için iyi olan, bütün dünya için iyidir’ formülünü kendimize uyarlıyoruz:

‘Herkes için iyi olan özgürlük bizim için de iyidir.’

Öyleyse bize bir nebze açılım getirecek bir özgürlük, beraberliğinde meselâ eşcinselliği de meşrulaştırıyorsa ne gam!

Bu aslında ‘Aydınlanma Dini’ni benimsemek ve ‘insanlığın kökten dünyevileşmesi herkes için iyidir’ demek gibi değil midir?

Batının yarattığı uygarlığı kökten sorgulayan, yaşadığımız sürecin insani olmadığını savunan çevreler bile bu dalgaya kapılabiliyor.

Sözgelimi, dün eşcinsellik olgusundan midesi bulananlar bugün böyle beraberliklerin evlilik (!) ile noktalanabildiği toplumlardan gelen haberleri tiksinmeden, hatta merakla okuyabiliyorlar.

Bu, kökten batıcı şartlanma ile ‘ilerlemeci iyimserlik’ içinde erimektir... Belki Müslümanlığını ciddiye alanların henüz çok azı ‘ilerlemeci iyimserlik’ saplantısı içinde özgürlük çemberini aşırı ve aykırı tercihlere kadar genişletiyorlardır. Ancak pek çoğu, ölçüsüz aykırılıkları meşrulaştıran uygarlığın ürettiği, milletleri içeriden karıştırıp dağıtacak türden özgürlük çağrılarını pek kolayca kutsayabiliyorlar:

‘Aşağılık batı, her şeyi kötü yapıyor ama meselâ Kürt ırkçılığını ve ayrılıkçılığını saf ve helâl bir özgürlük tutkusu ile destekliyor...’

Tabii ki ‘Batının ürettiği her şey herkes için kötüdür’ diye bir çağrı yapıyor değilim. Sadece, ‘bütün insanlığı kökten dünyevileştirme’ savaşının en etkili silahı olan özgürlük söylemi karşısında Müslüman kişiliğimizle barışık biçimde sınırlarımızı nasıl belirleyeceğimize ilişkin sorumluluğumuzun temellerini arıyorum.


Ömer Lütfi METE / omerluftimete.com

6 Şubat 2008 Çarşamba

Kapitalizme Yumruk Atmak Elimizde

Dünyanın gerçek kara delikleri, karanlık bölgeleri, insanlığın emeğini, kazancını çalan 150-200 Amerikan şirketidir!

Amerika hem iktisadi sisteminin hem de tek, küresel bir imparatorluğa dayalı siyasal sisteminin doğru, gerçek, kaçınılmaz olduğunu söylüyor! Bu iki çift laf, dünyanın en büyük yalanı olarak büyük tepkiler görüyor! Kısa vadede Amerika’nın askeri gücüne karşı yapabileceklerimiz sınırlı, ama uzun vadede hem askeri hem de iktisadi olarak bu topraklardan pıllarını pırtlarını alıp kaçmak zorunda kalacaklar!

Nasıl?

Amerika, kapitalizmden, sömürüden, kölelikten başka alternatif yoktur diyor. Vardır. Adı da ekonomidir. Ekonomi ile kapitalizmi ayırıyoruz. Çünkü bir disiplin, bir bilim dalı, bir hayat döngüsü biçimi olarak ekonomi ile kapitalizmi sömürü ve yıkım getiren işleyişi farklı şeylerdir.

KATLİAMCI, SAVAŞÇI, YIKICI ŞİRKETLER

Amerika’nın kapitalizm dediği, 150-200 şirketin dünyayı istilasıdır. Bizim ekonomi dediğimiz, dünyayı çekip çevirecek, alınterine, titizliğe, ahlaka, paylaşmaya, helal kazanca dair işleyiştir.

150-200 şirketli bu sistem, dünyanın en büyük hava ve kara gücüyle kendini kabul ettirmek istiyor. Topyekün bir savaşı göze alarak ve ölümüne bir mücadeleyle bunun karşısında olacağız!!!

Amerika diyor ki, “İran, Irak, Suriye, Afganistan dünyanın kara delikleridir.” Hayır. Dünyanın gerçek kara delikleri, karanlık bölgeleri, insanlığın emeğini, kazancını çalan bu 150-200 şirkettir. Onların gizli, entrika dolu, zifiri karanlık işleridir. Onların Firavunlaşmasıdır.

Dünya serveti ve hazinelerini bu 150-200 şirket ele geçirdi. Bu şirketlerin her biri, onlarca Afrika ve Ortadoğu devletinden daha zengin! Hepsinde ihtilaller yapacak, soykırımlar yapacak, iç savaşlar çıkaracak, katliamlar yapacak büyük, siyasi, gizli kudret ve güç var.

PENTAGON: SİLAHLI ŞİRKET SÖZCÜSÜ

Acilen, bu şirketlerin kurumsal yapılarını sorgulamalı, binlerce yazı yazmalıyız. Bilimsel makalelerle, ciddi analizlerle, sıkı eleştirilerle bu şirketlerin üstüne yürümeliyiz.

Pentagon’un, Beyaz Saray’ın tüm dünyaya ilan ettiği savaşın asıl gerekçesi bu şirketlerdir. Bize “Başka ekonomi modeli yok, başka özgürlük yok, başka hayat yok” diyorlar, “tek model budur, herkes diz çöküp bunu kabul edecek, tüm insanlık boyun eğecek, benim borum ötecek, benim kurallarım geçecek” diyorlar. “Şu anda hepinizin evinin yanındayım, kuralları çiğneyenleri çevirip, sıkıştırıp, öldürerek yok edeceğim” diyorlar!

Halbuki bizim bu topraklarda bin yıldır uyguladığımız bir ekonomik düzen vardır.

Onların sisteminde, bir tek şirket hem turizm yapacak, hem madencilik, hem su satacak, hem meşrubat işine girecek, ve aynı insan üçbeş büyük TV.’nin sahibi olacak... Modelleri bu.

EKONOMİK DÖNGÜ, HAYATİ DENGE

Bizim modelimiz ise şu: Bütün bu işlerin her birini ayrı ayrı insanlar yapacak. Bu işler binlerce patrona dağılacak.

Böylece üretim süreçleri insani, doğal, heyecanlı, neşeli, hakiki, bereketli hale gelecek. Tıpkı bin yıldır Abbasi, Emevi, Osmanlı medeniyetlerinde olduğu gibi.

Ekonomik güç bir tek adamın elinde toplanınca, siyasi güç de onun eline geçer. Savaşları da o yönetir. Binlerce insanın ayrı ayrı kendi işine sahip olması halinde demokrasi işlerlik kazanabilir. Herkesin fikri, oyu, görüşü, dikkate alınır, hayat dengeli bir biçimde akar...

İSLAM NE DİYOR?

Bir tek insan kontrol edemeyeceği büyüklükte şirketlerin sahibi niye olur? Neden olsun? Bir tek insan kontrol edemeyeceği büyüklükte servetin sahibi niye olur? Neden olsun? Okumuş, tahsil görmüş, bilgili, genç, enerjik milyonlarca insan neden uzaklardaki, karanlıktaki bir patronun hizmetinde çalışsın?

Bizim yaşama formülümüz, paranın insanı boğan, öldüren, çıldırtan bir yaratık haline gelmesine izin vermez. İslam’ın ekonomi düzeni de budur. Yıllarca faizsiz bankacılık tartışıldı. Bunlar saçmalıktan başka bir şey değil. Ahlaksız ekonomi olmaz. Paylaşım esasına dayanmayan her yöneliş bizi Amerikan köpeği, kapitalizmin kölesi durumuna düşürür!

Ben bunları uydurmuyorum. Babalarımızın yaptığı işi söylüyorum. Şam’ın şekeri ağzımızın tadıdır, Arab’ın yüzü bizim aynadaki yüzümüzdür. Patron olacaksa ustası olduğu işin patronu olacak, diyorum.

Amerika’nın katliamlarına, canavarlığına direnmek, hakiki Amerikan karşıtlığı bu ekonomik meseleyi çözebilmekle mümkündür. Başka da çaremiz yoktur.

Nihat GENÇ / nihat-genc.com

3 Şubat 2008 Pazar

Türkler, Kürtler, Kürtçüler, Pkk'lılar: İyi Dinleyin!..

Yazar: Zor bir ‘dönemeç’teyiz. Bu gün üstüne düşeni yapmayan hiç kimse, yarın boşuna ‘münafık gözyaşı’ dökmesin! Onun için ‘herkes’e ayrı ayrı seslenmek istiyorum.

Türkler!..

‘Müminler kardeştir!’ düsturunu aslâ unutmayın ve terk etmeyin.


Emin olun ki, biz inandıklarımızdan topyekûn vazgeçmedikçe veya PKK, Kürtleri Müslümanlıktan çıkarmadıkça veyahut da hep birlikte tarihimizden ve insanlığımızdan soyunmadıkça barış ve kardeşliğin imkânları tükenmiş olmayacaktır.

Kin ve nefret bizim şiârımız olamaz. Kin ve nefret sadece kan dâvâsı doğurur. ‘Kan dâvâları’ âşiret dayanışmasını kolaylaştırabilir, ama ‘milli’ bütünlüğe hizmet etmez.

Bu ‘fitne’yi meşrû yollarla defedeceğiz.

Her başı sıkıştıkça hukuk ve demokrasiyi ‘ayak bağı’ olarak görmek, tipik bir ‘üçüncü dünya’ alışkanlığıdır; kendimize yakıştırmamalıyız.

Bizim ‘gâile’ savuşturma geleneğimiz sabır ve dirâyetle yoğrulmuştur. Celâli isyanları ve Yeniçeri ayaklanmaları ile kaç asır uğraştığımızı düşünün!..

O ‘geleneğin’ bu günkü ‘kamusal’ karşılığı hukuk ve demokrasidir.

Hukuk ve demokrasi ‘zaman alıcı’dır; fakat, ardında ‘kapanmaz yaralar’ da bırakmaz.

Hukuk ve demokrasiyi ‘yetersiz’ görmek kendimize haksızlık ve kötülüktür.

Kürtler!..

Öncelikle, vatandaşlık ve ‘kardeşlik’ hukukuna bu güne kadar hep sâdık kalmış ‘sâde’ Kürtler’e; ama bilhassa aralarındaki ‘tuzu kuru beyaz Kürtler’e söylüyorum:

Niye sesiniz çıkmıyor?

Şâyet, gerçekten birlikte, barış ve kardeşlik içinde yaşamaktan yana iseniz daha fazla vakit kaybetmeden ayağa kalkın ve sesinizi yükseltin.

Deyin ki;

‘Ana dil ve benzer konularda, şu âna kadar yapılan ‘demokratik’ reformlarla sağlanan gelişmeler, Kürt gibi yaşamamıza da ‘adam gibi’ yaşamamıza da yeter; kendimizi millî bütünün ayrılmaz bir parçası olarak görüyor, üniter yapı içerisinde, eşit hak ve hürriyetlere sahip vatandaşlıktan başka her türlü tasavvuru reddediyoruz.’

Henüz vakit varken, ‘Kürtçü’lerle de PKK ile de aranıza, herkesi ikna edecek kadar bariz bir mesafe koyun.

Benim tavsiyem budur.

Aksi takdirde, bu suskunluğunuz, ya hepinizin ‘Kürtçü’lüğe meyilli olduğuna yorulacak ya da istemeseniz de o ‘taraf’da bulacaksınız kendinizi. ‘Yangın’ büyümeye devam ederse sadece ‘kuru’nun yanında ‘yaş’ yanmaz, belki ‘kuru’dan da çok ‘yaş’ yanar!

‘Kürtçü’ler!..

Hrant Dink, Diyarbakır Barosu’nun geçtiğimiz şubat ayında düzenlediği toplantıda ne söylemişdi size, hatırlıyor musunuz?

20 Şubat 2006 tarihli Bugün gazetesinden aynen aktarıyorum:

‘Korkuyorum. Çünkü tarihe baktığımızda 150 yıl önce yaşanan olayların öncesinde bugün meydana gelen olayların aynısı olmuş. Ermeniler Avrupa ve Rusya’ya güvendiler. Ama ortada kaldılar. Aman dikkat! Başkalarına güvenmek bir milletin sonu oldu. ‘ABD, Kuzey Irak’ta başardı, burada neden başaramasın?’ anlayışına kapılmamalı. Ne olursa olsun Kürt ve Türkler birlikte ve iç içe yaşamalı.’

İsterseniz Hrant Dink’e, ‘ne demek istediğini’ bir daha sorun. Söylediklerine kulak verin; çünkü o, kolektif bir tarihî hâfızanın ‘temsilcisi’ sıfatıyla konuşuyor. Sizin böyle bir ‘hâfıza’nız olmadı, iyi ki de olmadı; ama belki de ‘olmadığı’ için bu kadar vahim bir hesap hatâsı yapıyorsunuz.

Ana dilinizi ‘resmî dil’e çevirme ‘fetiş’inden vazgeçin. ‘Özel alan’da istediğiniz gibi kullanın, zaten kullanıyorsunuz; ama, bu çağda ve bu dünyada Kürtçe’ye tutunarak ayakta kalamazsınız. Lengüistik gelişimi, ‘tarihen’ eksik kalmış ve bundan sonra da tamamlanma şansı fazla olmayan bir dille ancak medeniyetin ‘periferi’sinde her bakımdan ‘ezik’ bir ‘azınlık’ meydana getirmiş olursunuz.

Yazık olur.

PKK’ya verdiğiniz dolaylı ve dolaysız destek gibi, bu konuda yaptıklarınızın da hiçbiri, bu ülkedeki Kürt varlığına kesinlikle hizmet etmiyor; mübalâğalı talepleriniz, olsa olsa Kürtler’in gün geçtikçe ve fiilen tecrid edilmesine yol açıyor.

Ferasetinizi toplayın ve öncelikle Türkçeyi iyi konuşmaya, iyi yazmaya bakın. Bana inanmıyorsanız eli ‘Türkçe’nin kalemini tutan Kürt asıllılara sorun.

Size yapılacak en büyük kötülük, çoğunuz farkında değilsiniz ama sizi Kürtçe’den değil, Türkçe’den mahrum etmektir. Türkçe, Türkler kadar, hattâ onlardan çok size lâzımdır. Unutmayın ki, Kürtçülüğü bile bu güne kadar daha çok Türkçe ile yaptınız.

Türkçe, Türk-İslâm coğrafyasının da Ön-Asya’nın da müşterek kültür ve medeniyet dilidir, bu bölgenin ‘lingua franca’sıdır.

İstanbul’da yaşayan bir milyona yakın Kürt, Türkçe bilmedikten sonra, isterse birkaç tane Avrupa dili bilsin, sizce nasıl bir ‘fert’ ve hayat standardına erişebilir?

Bunu sormak, Kürtçe’yi küçümsemek veyahut aşağılamak değildir.

Ben kendi köyümün ‘şive’sini Ankara’daki hayatımda nereye koyuyorsam Kürtçe’yi de sizin için oraya koyuyorum.

PKK’lılar!..

Sakın hatırınızdan çıkarmayın: Türkler için Ankara, İstanbul ve Erzurum ne ise Diyarbakır, Van, Şırnak, Hakkâri vs. de odur. Dün bir kere böyle idiyse bu gün bin kere böyledir!..

Sizinki hayâl bile değil, yalnızca ‘cinnet’...

10 - 15 yaşındaki çocuklara kan ve ölümü sevdirmeye çalışıyorsunuz, hayatı ve insanca yaşamayı küçümseyerek...

Ne uğruna?

Amerika, Araplar’a bırakmadığı ‘petrol’ü size mi bağışlayacak zannediyorsunuz?!.

Bilmelisiniz ki, ‘Batı’lılar sizi Taşnak çetelerinden, Kürtler’i de Ermeniler’den daha fazla seviyor değil... Hrant Dink’in de demek istediği bu idi: ‘Sizi daha kolay satarlar!’

Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘ölü’sü bile gerektiğinde herkesle sizin pazarlığınızı yapabilir.

Siz Barzani ve Talabani ile dahi kendi pazarlığınızı olsun, yapabilir misiniz?

İhtiyacınız olan şey ‘konfederasyon’ değil sadece

Mustafa Çalık tarafından yazılan bu makale, 05 Nisan 2006 Çarşamba günü yayınlanan Bugün Gazetesindeki köşe yazısıdır.


Ey Türkler!...

Entellektüel, bir cemiyetin düşünen beyni ve kanayan vicdanıdır. Düşünen beynidir ve bu sebeple de, Kant'ın büyük bir isabetle belirtmiş olduğu gibi - ki O, henüz "entellektüel" ve "bilim adamı" kelimelerinin icad edilmediği ve bu sebeple her iki manayı da tazammun eden çağında "filozof" terimini kullanır - siyasete girmemelidir; çünkü, der Kant, "iktidarın gücü, aklın muhakeme kabiliyetini ifsad eder". Yani filozof da siyasete girince, her siyasetçi gibi, siyasetin mülevves çamuruna bulaşır ve "gerçeği" söyleme kabiliyetini kaybeder. Halbuki, entellektüel, yine Kant'a göre, "gerçeğe ihanet edemeyen kişi"dir; halbuki siyaset umumiyetle gerçeğin kaatili ve hainidir. Ve yine bu sebeple, entellektüel, ancak siyasette müşavir, yani danışman, hakkın ve hakikatin yolunu gösteren ve fikirlerinin kaale alınmadığını görünce de tereddüt etmeden siyasetçiyi terkeden şaşmaz prensip sahibi er kişi olabilir; daha fazlası değil. Keza entellektüel vicdandır ve vicdan olduğu için de fiziki gücü yoktur, fiziki güç siyasettedir, ancak onun da vicdanı yoktur; binaenaleyh, entellektüel ancak manevi baskı gücüne sahiptir ve onu kullanmalıdır, bu onun için bir tercih mes'elesi değil, mecburi tek istikamettir. Ancak, bu da vicdanı olan bir cemiyette bir iş yapabilir.

İmdi, hayatı boyunca, kirlenmemek ve aklını ve muhakeme kabiliyetini fesada vermemek için aktif siyasetten uzak durmayı imanının altıncı şartı mesabesinde kesin bir prensip olarak kabul eden, cemiyetinin kanayan vicdanı olan bu hüviyetimle sesleniyorum:

Ey Türkler!
Vatanınıza ve devletinize sahip çıkınız!
Çünkü, Ey Türkler; vatanınız ve devletiniz elinizden çıkma çizgisinde; ağır-ağır, usul-usul, yavaş-yavaş, ceste-ceste!

Ey Türkler!
Vatanınızı ve devletinizi, bir yandan AB üyeliği safsatacılığı ile ülkenizin hakimiyetini devretmek suretiyle, bir milletler-üstü oluşumun sıradan ve parçalanmış bir eyaleti olarak ve diğer yandan da çoğu da sanal olarak icad edilmiş alt-kimlikler yoluyla içten parçalanarak kaybetmek üzeresiniz.

Ey Türkler!
Ben vicdanım; vazifem ve vazifem olduğu kadar da tek imkanım, ikaz ve ihtar etmektir; bunun için de durmadan, bıkıp usanmadan sizin vicdanlarınız üzerinizde baskı yapmak mecburiyetindeyim ve bu vazife bilinciyle haykırıyorum:

Ey Türkler!
Sizler ki, Asya'nın çocuklarısınız; Asya'nın, yani bütün büyük dinlerin ana rahmi, hikmetin kaynağı ve ahlakın menba'ı, Güneş'in doğduğu bu azametli kıt'anın en muhteşem çocukları! Sizler ki Asya'dan kopup Küçük-Asya'ya geldiniz, burada bütün tarihin tanıdığı en muhteşem imparatorluğu kurdunuz ve burada kendi tarihinizin de zirvesine çıktınız; geniş ve kudretli kanatlarınızın altında dinleri, dilleri, ırkları, renkleri sulh ile idare ettiniz, sonra küçüldünüz ve tekrar Küçük-Asya'nıza ric'at ettiniz; Edirne ile Ardahan arasına, bu gayri tabii hudutlara sıkıştınız.

Ey Türkler!
Ya İkinci Endülüs, ya da İkinci Ergenekon olma çizgisindesiniz.

Ey Türkler!
Anadolu, Küçük-Asya, dikkatli olmazsanız sizi boğacak bir tuzağa, İkinci Endülüs'e dönüşmek üzeredir.
Çünkü Ey Türkler, millletlerin yükseldiği yerden düştüğünü unutmayınız! Sizler ki Asya'nın bağrından kopup gelerek tarihinizin zirvesine burada çıktınız, amma, burada düşmek üzeresiniz; burada "efendi" oldunuz, amma, burada "kul" olmak üzeresiniz.

Ey Türkler!
Tarih'te bir kazananlar vardır ve bir de kaybedenler ve dahi, Tarih, kaybedenleri değil kazananları baş tacı yapar. İmdi Sizler, kaybedenleri oynuyorsunuz; ikbal yıldızınız sönmek üzere.

Ey Türkler!
Keza Tarih, merhametsizdir; yere düşenlerin üstüne basarak ilerler. İmdi Sizler, yere düşmek üzeresiniz. Yere düşmeyiniz! Aksi takdirde, Tarih, ağır gövdesiyle sizi de ezer geçer ve çöplüğüne atar.

Ey Türkler!
Gökler'i veYer'i yaratan ve onları direksiz ayakta tutan Rabbim, ki amenna ve saddakna, her şeye gücü yeter, amma, kendisini değiştirmeyenleri kendisi değiştirmez; ol sebebe binaen kendinizi değiştiriniz, değiştiriniz de elinizi kolunuzu bağlayarak boş yere dua etmeyiniz; burası duanın hükmünün batıl olduğu noktadır.

Ey Türkler!
Ve dahi yine O, Halık-ı Zü'lcelal, devirleri insanlar arasında döndürür, bazan birini yükseltir, bazan da diğerini; liyakatini kaybeden, uyuşan kavimleri yere indirir, genç ve dinamik olanları tepeye çıkarır.

Onun için, vicdanınız olarak haykırıyorum:
Ey Türkler!
Liyakatinizi kaybetmek ve uyuşmak üzeresiniz. Sakın ha!

Ey Türkler!
Bu da geçer" demeyiniz! Sakın ha!
Aksi takdirde, elbet de geçer; lakin unutmayınız ki, "geçer amma deler de geçer" ve ölüyü diriye, geceyi gündüze dönüştüren Rabbim, efendileri kula, kulları da efendiye dönüştürür; sizi indirir, ve hatta yere çakar, çakar da dün yönettiklerinizi başınıza geçirir.

Ey Türkler!
Milletler yükseldiği yerden düşer; amma, düştüğü yerden de yükselir.

Ey Türkler!
Sizlerde yükselecek güç var; sizde her şey var. Yeter ki gerçek ile sahteyi, gerçek aydın ile propagandistleri ve lobicileri, gerçek lider ile fareli köyün kavalcılarını ayırdedebilecek bir bilinç ve ferasete kavuşunuz; gücünüzü keşfediniz ve iradenizi hareket geçiriniz.

***

Ey Türkler!
Bu bir manifestodur.
Sizi, kanayan vicdanınız olarak, hiç rahat bırakmayacağım.

Durmuş HOCAOĞLU

Kaynak: Yeni Çağ