“Karanlığa küfretmektense bir mum da sen yak”

31 Ocak 2008 Perşembe

“Gâlip” Ağabey’in aziz hâtırasına; muzdarip bir “mağlûp”lar denemesi...

Yine bir Muharrem ayında, tabiatın, baharın teşrîfine ağır ağır hazırlandığı bir Muharrem ayında, mor salkımların açma ve kokularını yayma gayretlerinin mevsiminde, Gâlip Ağabey’in gidişiyle geçen altı senenin, altı Muharrem ayının, altı mor salkımların açma mevsiminin ardından bir “mağlûp”lar denemesinin içinde debelenmekte olan ben...

“Mağlup”ların en güzellerinden biri ile başladığını fark etmiş olarak, bir “mağlûp”lar bahsini daha yazmak borcunu yüklenirken yüreğime, Muharrem’in en güzel, en yiğit, en mazlum ve en asil ecdâda yaslanan soyun, Muharrem “mağlûp”larından birisi ile mor salkımlar arasındaki benzerliği de âniden görmek ve yine hüzünlenmek, yine üzülmek ve yine ah-u enînlere gömülmek gibi bir kaderi yaşamak zorundayım...

Muharrem mevsiminin bidâyetinde filizlenmeğe başlayan mor salkımların, niçin hemen boyunlarını büktüğü ve mosmor çiçeklerini dallarına yüklemeğe çalışırken telâş içinde, dallarının tüm liflerinde hissettiği korkunun en müessirinden esbâbı, Muharrem ayının soğuk sürprizleri, âniden bastırıverme ihtimâli olan ayazın ve bir günlük de olsa kar yağma ihtimâlinin içinde gizli... Muharrem ayının, mor salkımlar mevsiminin içindeki en kötü sürpriz, bir ayaz ve kırdığı mor salkımlar; açamayan, sarkamayan, kokamayan mor salkımlar...

Birkaç neşeli bahar gününde yakaladınız yakaladınız, eğer kaçırdı iseniz mor salkımları ve kokularını, bir sene daha beklemek gibi bir ıstırâbı yaşamak zorundasınız demektir... Mor salkımlı bir evde yaşamadı iseniz, böyle bir evi görmediyseniz, hiç olmazsa Halide Edip’in “Mor Salkımlı Ev” romanını okumadı iseniz, vay hâlinizedir, bu ıstırâbı anlayamazsınız; bu ıstırâbı anlamamakla kârdayız sanıyorsanız kendinizi, daha da büyük bir tegâfüldür bu sizin için, bilesiniz...

Mor salkımlarla, Muharrem ayının tarihe düştüğü en dramatik kayıt arasındaki benzerlik; Hüseyin’in, Peygamber’in sırtında gezinen Hüseyin’in, bir mor salkım gibi açamadan, salınamadan ve kokamadan bahar gibi boynunu bükmesi, solması, ümitsizce de olsa bir sonraki mor salkımlar mevsimini bekleyemeyecek olması ve toprağa düşmesi değil de nedir?

Ne mor salkımların, ne de Hüseyin’in hiç bir suçları yoktu. Fakat ikisinin de içlerinde kurulan zembereğin sonsuzluğa ve ölüme uzanan ayarları; damakta kalan nâdir lezzetler gibi.. onları tam da açacak iken, tam da güzel kokularını saçacak iken, yokluğa yolculukları, onlarla kendilerinin dışındaki zamanın zembereklerinin farklı kurulmalarıdır; mor salkımların dallarına, Hüseyin’inin de hayata tutunamamaları...

“Gâlip” Ağabey de yine bir Muharrem mevsiminde göçmüştü yokluğa... Onun farkı, ardında koklanacak güzel kokular bırakmasıydı, mor salkımlara nâzire... Dünyâyı küçük görmüş, olan biteni tahfif etmiş, yalnızca sevdikleri için yaşamıştı “Gâlip” Ağabey. Dünyâya bir tebessüm ile vedâ edinceye kadar bitiremediği bir romantik romanı okudu... İçinde karşılıksız sevgi vardı o romanın. Sadâkat vardı. Hey hât! Bir serencâmın resmî dilinde ihânet ile tanımlanan bir sadâkat... Yalnızca O’nu “bilenlerin” bildiği bir sadâkat... Bir serencâmın sözde sâdıkları, ikbâl ile kaygılanırken kendi yuvalarında, aynı serencâmın hâini(!) Gâlip Ağabey, aynı serencâmın mağdurlarına kendini, ömrünü adayan bir ihâneti(!) yaşıyordu... İsminin inadına “mağlup”tu, sadâkatinin inadına hain(!)...

Ömrü boyunca okuduğu o romantik romandan anladığı ve geride bıraktığı ise, “biz yeteri kadar sevmeyi bilmiyoruz”du...

Bu yüzden belki de “mağlûp”lar safındaydı o da... Hayâlindeki ve hayâtı boyunca okuduğu o romantik romandaki kahramanları, gerçek dünyada yeteri kadar sevmeyi öğrenememişlerdi...

Eugenie Grandet gibi sâdık kalsa da “Gâlip” Ağabey, onun roman kahramanları her zaman sâdık değillerdi. Bunu biliyordu, ama sevmekten de aslâ vazgeçmiyordu. Böylesine tersinden bir “mağlup”luktu “Gâlip” Ağabey’in “mağlûp”luğu... İsmine trajik bir nâzire idi “Gâlip” Ağabey’in “mağlup”luğu...

Kızılay'da bir avukat yazıhânesinin diğer “mağlûp”larından, yazıhânenin faaliyetinin tamâmında yorgun, argın mesâiperestlerinden İsmail Vayvaylı, “Gâlip” Ağabey’inin ardından şunları yazmıştı; Türk Yurdu Dergisinin Haziran/1997/118. sayısında:


“(...) ama o çelimsiz Gâlip Erdem 6-7 yıl, haftalık iki duruşma ve iki ziyârete düzenli gitti. Haftanın dört gününü Mamak’ta geçirdi. Ne onları, ne de ailelerini boynu bükük bıraktı. Para dilenciliği, giyecek dilenciliği yaptı. Şahsiyetini değil, Mamak’ı tercih etti. Bu iş, değil bir kişinin, koca bir ekibin altından kalkabileceği bir iş değildi. Bu yaptıklarını sayılarla, rakamlarla ifadeye kalksak aklın ve mantığın kabul edebileceği bir şey değildir... Bunu Mamak’ta yatanlar ve onların ailelerine sormak ve onlardan dinlemek lazımdır; şayet hâfızalarında kaldı ise...

Gâlip Erdem, Mamak ile mücâdelesine son noktayı da koydu. Vazifesini ifa etti ve köşesine çekildi. O bir kahraman olarak gitti. Bir zirveydi, o bir haindi, o bir kahramandı...”.

İsmail’in sorduğu bir soru “Gâlip” Ağabey için mânidâr değil... İsmail’in bu şüphesi ne kadar makûl ise, "Gâlip" Ağabey için o kadar mânâsızdı... “Şayet hâfızalarında kaldı ise” cümlesi ile İsmail ne kadar haklı ise, bu cümle “Gâlip” Ağabey için bir o kadar da önemsizdi... Çünkü O, ömrü boyunca okuduğu romantik romanın gerçek kahramanıydı... Sevgisinin karşılığı ne hatırlanmak, ne vefâ, ne anma günleriydi. Yalnızca ve başlı başına bir sevgiydi onunki, bir fenomen olarak yalnızca bir sevgiden ibâretti “Galip” Ağabey. Bundan gerisi dünyada kalanların meselesiydi...


Niçin dünyanın bütün güzelleri “mağlup”lar arasında saf tutar, el bağlar?

Cem Sultan, Genç Osman niçin “mağlup”lar arasındadır, güzel oldukları için m
i “mağlup”turlar, “mağlûp” oldukları için mi güzeldirler?

“Gâlip” Ağabey, sen, hatırlanıyorken de, unutuluyorken de, sâdık iken de, hâin(!) iken de güzeldin... Hep güzel olarak kalacaksın... Kaybettiğimiz ve artık nerede kaybettiğimizi bilemediğimiz bir güzel olarak kalacaksın...

Ölümü biz inkâr etsek ne olur ki, o bizi inkâr eder olur biter...

Gâlip Ağabey,ölümün bizi inkâr edeceği bir gün, son vedâ ânında dudaklarımıza refâkat edecek bir tebessümün hemen ardından buluşmak üzere...

Adnan İSLAMOĞULLARI

Kaynak: http://mahmutaltay.googlepages.com

Gülce



Uçurumun kenarındayım Hızır
Ulu dilber kalesinin burcunda
Muhteşem belaya nazır
Topuklarım boşluğun avcunda
Derin yar adımı çağırır
Dikildim parmaklarımın ucunda
Bir gamzelik rüzgâr yetecek
Ha itti beni, ha itecek
Uçurumun kenarındayım Hızır
Civan hazır
Divan hazır
Ferman hazır
Kurban hazır

Uçurumun kenarındayım Hızır
Güzelliğin zulme çaldığı sınır
Başım döner, beynim bulanır
El etmez
Gel etmez
Gülce'm uzaktan dolanır
Uçurumun kenarındayım Hızır
Gülce bir davet
Mecaz değil
Maraz değil
Gülce bir afet
Peri değil
Huri değil
Gülce beyaz sihir
Gülce ölümcül naz
Buram buram zehir
Yar yüzünde infaz

Bir gamzelik rüzgâr yetecek
Ha itti beni, ha itecek
Güzelliğin zulme çaldığı sınır
Uçurumun kenarındayım Hızır
Ben fakir
En hakir
Bin taksir
Ateşten
Kalleşten
Mızrakla gürzden
Dabbetülarz'dan
Deccal’dan, yedi düvelden
Korku nedir bilmeyen ben
Tir tir titriyorum Gülce’den
Ödüm patlıyor Gülce’ye bakmaktan
Nutkum tutuluyor, ürperiyorum
Saniyeler gözlerimde birer can
Her saniyede bir can veriyorum

Ömer Lütfü METE / 1981

Yeni başöğretmenler

İlkokul günlerinde en zor geçen zaman, tek tedrisat eğitim gördüğüm okuldaki cuma öğleden sonra hemen başlayan ve bir türlü sonlanmayan konuşmaları dinlemekti. Başta başöğretmen olmak üzere birçok öğretmenimiz, günün popüler deyişiyle, bize sürekli olarak "mesaj" verir, hayata, eğitimin önemine, vatan ve millet sevgisine ilişkin tavsiyelerde bulunurdu. Aslında söyledikleri, bir hafta önce söylediklerinden pek de farklı olmazdı. Sıkılırdık ama iyiniyetlerinden de hiç şüphe etmezdik.

Yakınlarda bir kanalda başlayan ve reytinglerde hızla yükselen "Hayalin İçin Söyle" yarışmasını ilk izlediğimde birdenbire ağır bir "mesaj bombardımanına" uğradığımı fark ettim. Ama buradaki mesajların içeriği ne bizim başöğretmeninkine benziyordu ne de benzer bir üslupla, yani bir "tavsiye" olarak söyleniyordu. Aksine, söylenenlerin bir "mesaj" olduğu baştan söyleniyor ve anlıyorduk ki, burada söylenenler çok önemliydi, bunları 'mutlaka' uygulamalıydık. Kendini Türkiye'nin "en güvenilir ünlüsü" olarak ilan eden Seda Sayan, "olmaz!" diye bağırıyordu, "ey yarışmacı, şunu yap, bunu yapma!" KMG tarafından yapılan "Celebrity Güven Endeksi Araştırmasının" sonuçlarının ilk iki ismi bu tuhaf yarışmanın iki ağır topu zaten: Seda Sayan ve İbrahim Tatlıses. Üçüncü jüri üyesi ise Muazzez Abacı, ki yarışma esnasında ağlamaktan, üzülmekten pek mesaj vermiyor ya da hakkını yemeyeyim, vermek istemiyor. "İbo", mesaj konusunda "Seda"nın eline su dökemese de, mesaj verme konusunda hiç fena değil. Özellikle "babalık", "hakiki erkeklik" üstüne, bir bilgin edasıyla, dersler veriyor; ama yarışmanın yıldızı şimdiden belli: Seda Sayan.

Dörtlü Çete

Ünlüler ligindeki "birinciliğin" verdiği güçle Seda Sultan, herkese "ayar veriyor", yarışmacıların hayat hikâyelerine ya inanıyor, ağlıyor ya da kuşkuya kapılıyor, kızıyor. "Araştırdım" diyor, gözlerini yarışmacıya dikip "Söylediklerin eksik, anlat ki herkes öğrensin ve daha çok ağlasın". Ağlıyorlar zaten, kamera yüzlere zumluyor, görüyoruz: İzleyiciler ağlıyor, jüri zaten salya sümük, gariban yarışmacılardan bazıları ise anında bayılıyor. Hemen reklam arası giriyor. Sonra da tuhaf bir mutluluk anı yaşanıyor, acısıyla "arınan", aslında kendini kendine kurban eden insanların gözlerinde parıltılar. Biz hepimiz aynıyız! Acının ta kendisiyiz.

Sanki Dörtlü Çete dönemindeki Çin'deyiz ve Önder, hatalı olduğundan emin olduğu partiliye "özeleştiride bulun!" diyor. Partili çözülüyor o anda, başlıyor anlatmaya, yapmadıklarını bile ilave ediyor, önemli olan özeleştirinin sınırsızlığı ve komünün (cemaatın) arınmışlığı. Anlattıkça suçlarından sıyrılıyor, pür-ü pak oluyor, içindeki "suçlu"yu öldürüyor, etrafındakilerle bütünleşiyor, komünün içinde yeniden doğuyor.

Merkez ile çevrenin yer değiştirmesindeki son aşamalardan birine geldiğimizin önemli bir kanıtı bu program aslında. Tabii ki yeni çevrenin başka unsurları da var ama, belli ki, yavaş yavaş çevrenin dibinden gelen, yükselen bir elit grup olarak şekilleniyor. Yarışma jürisinin "mesajcı üyeleri" (Sayan ve Tatlıses), eski çevrenin ya da yeni merkezin, kanaat önderlerinden bir kısmını temsil ediyor. Birisi Anadolu'nun çevre bir ilinden (Urfa) göçüp gelmiş ve merkeze yerleşmiş. Öteki ise, daha önemli bir göçün, yani şehir içindeki çevre bir semtten (Samatya) merkeze yürümenin iyi bir örneği. İkisi de az okumuş, ikisi de fakirlik çekmiş, ikisi de zorlu basamakları aşarak yukarıya çıkmış. Ve ikisinin de egosu acayip şişkin. En beğendiğiniz şarkıcı kim diye soruyorlar İbo'ya, o da, "İbrahim Tatlıses" diyor! Seda Sayan'ın egosu sınır falan tanımıyor, programdaki haline tavrına bir bakın, yeter.

Örnek biziz

Kendi hayatlarına bakarak ve ağlayarak izleyenlerin başöğretmenleri, Seda gibi, İbo gibi, merkeze çevreden dibinden gelenler. Programda 'yarıştırılanlar' ise bambaşka bir trajedi: En "acısından" hayat anlatıları. Bu hayatlar hem çok zor olmalı hem de olabildiğince bilinebilmeli. Bir de bunun üstüne şarkı söylemeleri gerekiyor yarışmacıların. Ama iyi şarkı söylemek asla yetmiyor, hayatlarıyla yüzleştiriliyorlar sürekli olarak. Bu da kesmiyor, büyüklerinin karşısında susmaları, efendi ve edepli olmaları da isteniyor. Aslında hiyerarşik bir konumlandırmadan başka bir şey değil bu. Yarışmacılara şu söyleniyor: Bizi örnek alacaksan, bizim nasıl başardığımızı öğrenmek istiyorsan, önce bize biat etmen gerekir. Proto-faşizan ve taraflar arasına üçüncü kişilerin asla giremediği kapalı devre bir ilişki bu. Hayransan sonuna kadar hayransın, başkasını buna eşleyemezsin bile. O ne dese doğrudur ve yapılmalıdır. Jürinin yarışmacılardan istediği de tastamam bu, bize biat et, bana itaat et!

Bu nedenle, Türkiye'de, yabancı bir format da olsa, "ruhen yerelleştirilen" yarışmalarda tarafsızlıktan eser bile olmuyor. Aksine, jüri üyeleri yarışma başlar başlamaz bazı yarışmacıları tuttuklarını hemen belli ediyorlar ve böylece yarışma, kanaat önderleri, yani jüri üyeleri arasında devam etmeye başlıyor. Üstelik izleyiciler ve yarışmacılar buna teşne, hemen kendilerine bir lider arıyor, alkışlıyor, bu lidere bazen "hoca", bazen "usta", bazen de "abi" diyorlar.

Gelecekte buna benzer programların, bu türden jüri üyelerinin artacağını varsaymak uzakgörüşlülük bile sayılmaz. Çünkü fakirler, ezilmişler, kenarda köşede eğitimsiz kalmışlar kendi başöğretmenlerini çoktan bulmuşlar. Bu yeni başöğretmenler, eskinin öğretmenlerinden, eğitimlilerden ve genel olarak "entellerden" sadece nefret etmekle kalmıyorlar, bir de onlara benzemeye çalışıyorlar. Önce egolarını iyice şişiriyor, kulaktan dolma ne kadar malumat varsa dağarcıklarında, kendi acılarla dolu yaşam öyküleriyle harmanlıyor ve bu karışımı, can kulağıyla dinleyenlere "mesaj" olarak zerk ediyorlar. Sonunda, yarım yamalak bilgi kırıntıları yerine, kalsa kalsa, en muhafazakârından ahlaki değerler, en militerinden milliyetçilik ve hurafalerle örülü inançlar kalıyor. Sıkılsanız da tekrarlamadan edemeyeceğim: Şu anda Türkiye'deki muhafazakârlığının en önemli kaynağı ve taşıyıcısı popüler TV programlarıdır.

Orhan TEKELİOĞLU

Kaynak: Radikal

30 Ocak 2008 Çarşamba

"Türk Mayası"

"Zaman geçtikçe meydana çıkıyor ki o tumturakdan, âlâyişden (gösteriş), böbürlenmekden âzâde yaşayan Türk milliyeti demirden bir kitleymiş. Türk memleketinin asıl sırrı Türk’deymiş. Arnavud’u, Çerkez’i, Kürt’ü, hâkim ve metîn bir millet kitlesi eden Türk mayasıymış. Bugün Rumeli’de bilfiil meydana çıkan netice isbat etti ki Türk, bu devletin Müslüman unsurlarını birleşdirmek için Allah tarafından bir mevhibe (bağış) imiş. O giderse Arnavudlar, Kürtler, Çerkezler çil yavrusuna dönerlermiş. Bugün Arnavudlar ne bir ordu, ne bir müessese, ne bir idâre şebekesi vücuda getirebiliyorlar. Bir zaman Türk idaresinde ferdî kaabiliyetle o kadar büyük adamlar yetişdiren bu unsur, kendi başına kalınca şaşırdı. Arnavudluk’da âciz, Sırbistan’da ise irâde-i cüz’iyesine bile sâhip değil. On üç senede Türk’ün büyük millet olduğunu anladık, zaman geçtikçe daha ziyâde anlayacağız zannediyorum. Uyandık, lâkin karanlıkda uyandık."[1]

Yukarıdaki satırlar 1921 yılında Yahya Kemal tarafından kaleme alınmıştır. O yıl Yahya Kemal’in baba yurdu Üsküp’e yaptığı ziyarette, karşılaştığı Üsküplü bir genç tarafından söylenmiş sözlerdir bunlar. Tarih "ibret alınırsa" tekerrür etmez. İbret almak için de bazı olayların tekrar tekrar hatırlatılması lâzımdır. Bizim son iki yüz yıllık tarihimiz, defalarca okunsa ve üzerinde düşünülse yeridir. Biz, günümüzde bu son iki asrın izdüşümlerini görüyoruz, o zaman aralığında meydana gelen olayların etkilerini hissediyoruz.

Rahatsızlıklarımızın pek çoğunun kaynağı, bu son iki asırdadır. 93 Harbini (1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı) bir tarafa bırakın. İkinci Meşrutiyet sonrasını mutlaka satır satır tekrar okumalıyız. 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile Osmanlı’dan koparılan Kırım’ın elden çıkışı bize pek büyük bir uyarı olması gerekirken, maalesef bu kadim Türk yurdunun elimizden alınışında uygulanan taktik, daha sonraki yıllarda Balkanlar ve Arabistan için de uygulanmaya başlanmış ve her seferinde vücudumuzdan bir organımız koparılmıştır. Biz bu kötü gidişe ancak Millî Mücadele ile dur diyebildik. Ne yazık ki bu mucizevi kahramanlık destanını bile gençlerimize anlatmayı başaramadık. Sadece kuru, ruhsuz nutuklarla yetindik. Halbuki pek çok film ve belgesel, müzik eseri onu bizim ruhumuza kazımalıydı. Tarihle sanat ve edebiyatı buluşturamadığımız sürece, hafızamızı başka medeniyetlerin eserleri şekillendirmeye devam edecek.

Osmanlıdan ayrılan ve günümüzde ayrı birer devlet olan eski "eski vatan"da yaşayanlar, bütün zenginliklerini ve huzurlarını Batılılara sunuyorlar. Bütün parçalandığından beri, o toprakların bir karışında bir dakikalık huzur anı gerçekleşmedi. Kırım, Arnavutluk, Bosna, Kosova, Bulgaristan, Irak, Suriye, Lübnan, Arabistan, Mısır, Libya, Fas, Cezayir, bir zamanlar içine doğdukları Osmanlı Barışı’nı bir rüya âlemi gibi hatırlıyorlar. Bu parçalanmışlıktan istifade edenler İtalya, Fransa, İngiltere, ABD başta olmak üzere Batılı devletlerdir. Onların petrolleri, doğalgazları, altınları, elmasları velhasıl bütün zenginlikleri Batı Medeniyetinin gıdası oluyor.

Son oyun Kürtler üzerinde oynanıyor. 1991 yılında Saddam’ın yaptığı katliamdan kaçan 400 bin Kürt, kardeşleri olan Türkiye’ye sığındı. Türkiye aylarca bu mazlum insanları ağırladı. Ekmeğini onlarla paylaştı. Halbuki biz de ekonomik krizler içindeydik. Sıkıntılarımız vardı. Ama sahip olduğumuz tarih şuuru bize o kardeşlerimize yardım etmemiz, onlarla varımızı paylaşmamız gerektiğini söylüyordu. Biz de paylaştık.

Dünya devletlerinin de bu faciaya uğrayanlara yardım etmesi gerekirdi. Birleşmiş Milletler ve bugün Kuzey Irak’ta fink atan pek çok kuruluş o zaman da vardı. Hiçbiri kıllarını kıpırdatmadılar. Çünkü onlar için Türk, Kürt, Arap, Acem önemli değildi, bunların üzerinden kaç varil petrole sahip olabilecekleri önemliydi. Kürt davasının hâmisi Fransa, Madam Mitterand’ın hümanist Fransa’sı, 400 bin kişilik bu facia karşısında duyarsız kalamadı. Yurdundan ayrılmak ve Türkiye’ye sığınmak zorunda kalan 50 (yazı ile elli) Kürt mülteciyi Fransa’ya götürüp bakımlarını yapmak âlicenaplığını (!) gösterdi. Geriye kalan 399.950 Kürt mülteci, Türk topraklarına ve Türk’ün şefkatli kollarına sığındı. Ama Türk’ün yaptığı bütün iyilik ve fedakârlıklar gibi bu da unutuldu. PKK güdümündeki bir kısım insanlar Fransa’yı dost, Türkiye’yi düşman bildiler.

Kırımlı romancı Cengiz Dağcı ve Polonyalı eşi Regina yaşamakta oldukları Londra’da Türk’ün bu şefkatini çok iyi gördüler. İşte onların 1991 yılı izlenimlerini anlatan satırlar:

" Çukurca’nın sarp yamaçlarında yavrularını gömen gözü yaşlı Kürt babalarına bakarken, 1944 yılının baharında bizim babalarımızın bizim Çukurcalı yavruların körpe cesetlerini sürgün trenlerinin katar vagonlarından demir yolların kenarına attıklarını görür gibi oluyorum.

Ama Regina ağlıyor. Sessizce. İçin için. Gözlerinde yaşlar var Regina’nın. Nasıl ağlamasın, onun da kendi tragedyası var. Televizyonun ekranındaki görünümde ateş içine bırakıp çıktıkları yüz binlerce Varşovalının toplama kamplarına yürüyüşlerini görüyordur belki.

Ekranda bir Türk askeri. Tüfeği boynuna asılı askerin. Kucağında kıvırcık saçlı bir Kürt yavrusu. Sarp bayırı tırmanıyor asker. Dikkatlice. Arada ayağı kayıyor. Arada dizleri üstüne düşüyor. Her düştüğünde daha bir sıkı bastırıyor yavruyu bağrına asker. Regina bakışlarını ekrandan yüzüme çeviriyor, elimi tutuyor; sonra öbür eliyle gözlerinde biriken yaşları siliyor ve silerken:

Dünya Türk’ün insancıl yanını bu görünümde görmezse, başka hiçbir yerde ve hiçbir zaman göremez, diyor."[2]

Batı ölümü yardım gibi göstermeyi çok iyi bilir. Amerikalılar, Kızılderili kabilelerini yok etme eylemlerini sürdürürlerken, bir yandan da yardım etmeyi de ihmal etmezler. Zavallı Kızılderililer üşümesinler diye, onlara battaniye dağıtırlar. Beyaz adam, Kızılderilileri soğuktan korumak için seferber olmuştur. Ne büyük insanî hassasiyet… Yalnız ufak bir ayrıntı vardır: Battaniyelere çiçek mikrobu bulaştırılmıştır. Soğuktan korunmak için battaniyelere sıkı sıkı sarınan Kızılderili, bir süre sonra çiçek hastalığına yakalanmakta ve ölmektedir. Batının, ABD’nin kendilerine ısınmaları için battaniye dağıttığını düşünenler, onlara sarılmadan önce bir kontrol etseler iyi olur. Zira sonunda Kızılderili kabileleri gibi Amerikan jiplerine marka olmak tehlikesi de mevcuttur. Batılılar insancıldır. Bir topluluğu yok ederler, ama onların hatıralarını yaşatacak isimlerini ürettikleri mallara vermek yüceliğini de gösterirler.

Elbette bunları Kürt kardeşlerim için yazıyorum. 1000 yıldır bir arada yaşayan insanlar, köken itibariyle de birbirleri ile iyice karışmışlardır. Etle tırnak gibi ayrılmaz hâle gelmişlerdir. Devletin yanlış uygulamalarından kaynaklanan birtakım olumsuzluklardan sadece Kürtler değil Türkler de etkilenmişlerdir. Tarih boyunca Anadolu’da görülen isyanlardan pek çoğu Türkmenler tarafından çıkarılmıştır ve bunların bastırılması sırasında pek çok ölüm meydana gelmiştir. Celali isyanlarını ve Kuyucu Murat Paşayı hatırlayalım. Devlet, "Bu isyan edenler Türk’tür, sesimizi çıkarmayalım." dememiştir. Böyle bir başkaldırı nereden gelirse gelsin, cevabını vermiştir.

Önemli olan bizim, birliğimizi bozmak isteyenlerin amaçlarını anlamamızdır. Devlet içindeki aksaklıklar mutlaka düzelir. Ama birliğimizi bozarsak, elimizde aksaklıklarını düzeltecek devlet de kalmaz. Devletsizliğin ne demek olduğunu, ikide bir " Türkiye’de şu kadar sayıda etnik unsur var." diyenlerin dillerine doladıkları Arnavutluk, Bosna, Bulgaristan, Yunanistan, Kırım ve Kafkasya göçmenlerine sorunuz. Onlar, başlarında kendilerini koruyacak bir devlet kalmadığı için kendilerine yakın buldukları Türkiye’ye sığındılar. Tıpkı Irak’taki 1991 katliamından kaçan 400 bin Kürt gibi…

[1] "Karanlıkda Uyanan Biri", Çocukluğum, Gençliğim, Siyasî ve Edebî Hâtıralarım, İstanbul 1973,s. 50.

[2] İsa Kocakaplan, Kırım’dan Londra’ya Cengiz Dağcı, İstanbul 1998, s. 40-41.


İSA KOCAKAPLAN

Kaynak: haberakademi.net

Şedît bir gitme ihtiyâcı ve vedâ iştiyâki…



yorgunluk kuyusundan
yükselir çıkarız.
içimizdeki zinde güçler,
çatık kaşlı baylar,
beklerler ki,
güçsüz düşsün çocuklar…
(Kafka)

Nicedir şedît bir gitme ihtiyacı içindeyim.; nereye olduğunu bilmeden bir vedâ iştiyâkı aynı zamanda bu… İsteyenler firar da koyabilir aslında bunun adını; mâkûl ve meşrû ve en mühim ve müessir olanı, nice esbâba müteallik bir gidiş, bir firar; belki bir geri dönüş, tersinen bir hicret belki…

Nereye gitme, nereye firar ve nerelere, kimlere vedâ, nerelerden, kimlerden kaçış? İşte bu soruların cevaplarını ‘yazmamak için’ başladım aslında yazıya; yazmak ama bu arada yazmamak için… Sizin anlayacağınız efendim, gitmek istemelerimin ve vedâ iştiyâkımın esbâbı arasında zikredilebilecek en mühiminden bir his, zihnimde esen muhalif rûzigârlar ve tersine bir hicret olsa gerek… Bu gemlenemez muhalif rûzigârlar ve tersine hicret hissi, daha evvelce inşâ olunan her ne var ise, onları vurup bir kasırga gibi, hâk ile yeksân etmektedir…

‘Bu ülke’, külliyen istisnâ bir teşkil etmektedir. Yani, en rakik duyuşlardan, hissedişlerden, en kaba, en kesif sosyal teorilere kadar hiçbir kalb-i sâlimin ve hiçbir akl-ı selîmin ihata edemeyeceği bir intizamsızlık hüküm fermâ bu ülkede… İnanmanın güçleştiği, inanma duygusunun zedelendiği yerler buralar artık… Mütemâdiyen çalışan, dönen bir törpüye tutulmak gibi bir şey… ruhlarımız, hissiyâtımız, ümitlerimiz, belki hepsinden mühimi zamanımız planyaya tutulmuş bir bütünden toz zerrecikleri hâlinde yerlere saçılıyor… Nihâyetinde nemli bir talaş yığınına dönmüş, fukara sobalarında yanmaktan bile âciz toz zerrecikleri… Aslında nemli bir kâğıt tomarı demeliydim; yavaş yavaş küf kokmağa başlayan, üzerindeki yazıları okunmaz hâle gelen bir kâğıt tomarı… Oysa neler yazıyor o nemli kâğıt parçalarında!.. Koskoca bir neslin trajedileri, ümitleri, hayalleri, idealleri… birbirine geçmiş nice ömrün mahrem ve müstear dramları…

İnanma duygularımın târûmar olduğu demleri çekiyorum içime… Dedelerimin ruhumda açtığı sürgün ve göç yaralarının kanatıyorum, benden öncekilerin acılarını da üstlenmeye, sırtlanmaya, hepsini çekmeğe mahkûmum; yine ve yeniden …

Ve’l-hâsıl olmuyor…

Sakil.. sakîm.. savruk kalıyor her şey.. Bendeniz ‘nerede bulunduğum’ ve daha mühimi ‘niçin burada bulunduğum’ sualleri karşısında tamâmen âciz kalıyorum ve dahi zihnî/kalbî teşevvüşe giriftarım.. Galiba en sunturlusundan ‘tutunamamak’ dediği buydu Oğuz Atay’ın… Köklerinden kopmak, bir polen gibi rûzigârın önünde savrulup başka topraklara düşmek, lâkin ‘tutunamamak’…

Nice esbâba müteallik bir gitme ve firâra dair neler yazmalıyım ki, aslında yazmamış olayım. İşin en netâmeli tarafı da bu zaten. Bunları ancak demek isteyeceğim, kimler anlayacak, kimlerin anlamasını istiyorum; hiç kimse anlamasa bile yazmalıyım; çünkü bir gün anlayacak olanın gelme ihtimâlini hep canlı tuttum içimde… Niçin ağzımda eveleyip geveliyorum, açık açık yazmıyorum? Bu hususta tenkide kapalıyım, zorluğunu yazan biliyor!

Aslında gitmek yerine ‘uzaklaşmak’ demeliydim belki de. Bir ‘uzak duruş’tan söz açmalıydım. Önce kendimden uzaklaşmak, sonra gelsin sıradaki… Bütün bunların bir ‘içe çekilme’ olduğunu yazmalıyım, bir ‘içe çekilme’ yani, sükûta… Artık susma zamanının geldiğine inandığıma göre, ‘bir zamanlar ne kadar da fazla lâf etmişim’ diye hayıflanabilirim… O zamanlar çok şey biliyormuşum demek ki! Şimdi ise ne kadar az şey bildiğimi bildiğim gibi ve bilmenin acı çekmek demek olduğunu bilmek gibi…

Sıkı sıkıya merbût bulunduğum kimi kavramların artık bana olan râbıtası pamuk ipliğinin mukavemeti kadar… Bir nefeslik bir rûzigârın koparıp atabileceği bir mukavemet veya bir iç çekişin… Bir ömrün, nice ömürlerin fedâ edildiği kimi kavramların artık tamamen tedâisiz kaldığı ve hâliyle hissiyâtımın cûş u hûrûşa erdiği bu demde, maalesef bendeniz lâl olmuş ve öylece kalmış, ancak hazin ve gümrah feryatlar koparan bir bî-çâreyim… Kime, kimlere ulaşır bu feryatlarım; meçhûl! ‘Meçhûl neresidir ve orada bizim için neler söylenir’ diyordu şair… Kimlere muhavvel kılmak istiyorum bu satırları? Kim bilir, belki de en aklî olanı, yalnızca bu satırları ardımda bırakmak istiyorum, o kadar, en azından kendi tarihime kayıt düşmek istiyorum, bana şâhitlik etsinler istiyorum…

Victor Hugo’nun, ‘Sefiller’ adlı romanındaki Mabeuff Baba’yı hatırladım şimdi: ‘İnsanoğlunun anayasa gibi, cumhuriyet gibi, krallık gibi ham hayaller yüzünden birbirine düşman kesilmelerini’ anlayamayan Mabeuff Baba’yı. ‘Dünyada seyredilecek o kadar çok çiçek, o kadar çok ağaç var ki’ diyen Mabeuff Baba’yı… Biliyor musunuz, Mabeuff Baba da, ‘Sefiller’ isimli romanda cumhuriyetçi olduğu için öldürülüyordu, ne hazin değil mi?

Bendeniz bu ânda en mânidâr vechesi ile ‘hicret’i düşünüyorum; zihnî bir hicreti; kelime mânâsından ibâret hicreti, dinî anlamına atıf yapmaksızın ve ilgi kurmaksızın… Günlük hâdisâtın zâhirî sâikleri bir yana bırakılırsa, başlı başına bir ‘uzaklaşma’nın, ‘uzak duruş’un ve belki bu nispette bir yakınlaşmanın peşinde bir hicretten söz etmeğe çalışıyorum… Ait olduğum yerlere, toprağın altından söküp çıkarabileceğim köklerime tutunmak istiyorum… Beni oraya gerisin geriye götürecek, beni sarıp sarmalayacak, ruhuma hayatî bir nefes gibi çekeceğim ve o nefesle öleceğim bir rûzigâr bekliyorum… Ne dersiniz, eser mi o rûzigâr bir gün. Bendeniz bekliyorum…Belki o zaman böyle verimsiz ve böyle mânâsız olmaz hiçbir şey…

Adnan İSLAMOĞULLARI

Hocam bana bir fetva ver!...

Geçenlerde çok acı, bir o kadar da düşündürücü bir yazı okudum. Konu “tecavüz sonucu hamile kalmış kadınların kürtaj hakkı.” El-Ezher Üniversitesi İlahiyat Fakültesi fetva niteliğinde şöyle bir görüş yayınlamış: Tecavüz sonucu hamile kalan kadınların derhal kürtaj yapması gerekir. Şeyhülislam Muhammed Seyyid Tantavi “Tecavüz kurbanı kız veya kadına İslam’da kürtaj hakkı tanınır. Bu yüzden günah işlemiş sayılmaz”, demiş. Bu konunun Bosna ve Irak’ta tecavüze uğrayan kadınlar nedeniyle gündeme geldiğini belirten ilahiyatçı Prof. Dr. Hayrettin Karaman, bu görüşe katılmıyor. Gerekçesi şu: Bugün yapılan araştırmalar döllenmeden sonra rahimde tutunarak beslenmeye başlayan embriyonun hem canlı hem de bütün özellikleri belirlenmiş bir insan aşaması olduğunu kesin olarak ortaya koymuştur. Bu görüşünü bazı hadislerle destekliyor ve hükmünü veriyor: Zina ve tecavüzde hiçbir dahli olmayan bir yavruyu öldürmenin caiz olduğuna bütün dünyanın üniversiteleri caiz deseler yine de bu cinayet caiz olmaz.

Ne kadar ince ve insan hayatına değer veren bir bakış açısı. İnsan bu merhamet ve şefkat karşısında eziliyor. Bir yandan “tecavüzde hiçbir dahli olmayan yavru” cümlesindeki o “yavru” insanın içini sızlatıyor, bir yandan da işgali ve işgale direnmenin gereğini gündeme taşımak yerine, işgalin sonuçlarını böyle bir konu etrafında tartışan bu “yavrular” insanı sarhoş ediyor.

Kadınlara tecavüz eden ve kız çocuklarını izbelere taşıyan BOP’un hayasız copları coniler, bir misyon uğruna kan akıtıyor ve namuslara tecavüz ediyorlar. Ne olur hocam, bana bir fetva ver, masum kadınlara tecavüz eden conilere karşı bir Müslüman’ın tavrı ne olmalıdır? Zalimi, adil sıfatıyla niteleyen ve demokrasi getirdiğini söyleyen kişinin İslam nazarında hükmü nedir? Hocam, bu nasıl bir din anlayışı ki reddettiği ne varsa hepsine yandaş oluyor? Ben hem cahilem hem dadaşam bele bahir bahir bu film karşısında sarhoş olirem, ayahlarım yan basir. Ne olur hocam bana bir fetva ver, yoksa ben cidden sarhoş miyem? Bu film karşısında sarhoş olmanın cezası nedir, hocam. Bir Iraklı, coninin bostanından patlıcan çalıp kızıl kanda közlerse ne lazım gelir hocam! Ne olur bana bir fetva ver!

Ah, mükemmel işbirlikçi Ezher’in şatafatlı alimi, hep kolayın ve ayartmanın peşindesin. Eğer Irak işgalini kendine dert ediyorsan de ki: “İslam dünyası haçlıların tasallutu altındadır, ehli salip namuslara tecavüz ediyor, insanlık dışı muamele yapıyor, bu zulme ve insanlık dışı fiillere direnmek Allah’ın emridir.” İslamcılık-batıcılık hizasına düştüğü için soruyorum. Irak’a demokrasi getiren conilere karşı direnmenin hükmü nedir, direnenin adı nedir? Hani, bizdeki eski hızlı radikallerden birisi direnenlere “sürü” demişti. Yanlış anlaşılmasın ben kınamıyorum! Adam değişmiştir, değişene ne diyeyim. Normal... O zaman mevsim güzdü, şimdi bahar. Şimdi iktidar var, mama var. Gayet normal. Ama ben hem cahilem, hem dadaşam bele bahirem bahirem dayanamirem sarhoş olirem. Bu filmi çözmek çok zor hocam, bana bir fetva ver.

İşgale ilişkin yaptığımız tartışmalar bu pis sonucu sayısal mantıkla “0 ve 1” olarak ifade etmenin ötesine geçmiyorsa, bu conilerle BOP düzleminde fingirdemenin doğal sonucu olarak çoook torun ve yeğen kucaklarız. Cehaletimi bağışla hocam, ben pazara dökülmüş İslam’ı anlamadığım için sizler gibi ehil hocalara sorirem. Demokrasi ve özgürlük adına bu conilerin Irak’ı işgali caiz ise tecavüzü neden caiz olmasın. En küçük meselede Beyazıt Camii’nde slogan atanlar, kendi yandaşları iktidarda olduğu için, mamayı sessizce paylaşmak için susuyorsa, bunun anlamı nedir? Böyle bir mantık hepimizin kucağına tecavüz sonucu bir yeğen hediye etmez mi? Bana bir fetva ver, hocam. Böyle bir yeğeni severken coni akla gelirse ne gerekir?

Nadim MACİT

Kaynak: Yeni Çağ

Önde Giden Atlılar


Uzun zamandır odamda, yığınla kitap arasında düşünüyordum. Bir rüya görüyordum demin. Kapılar açılıyor ardı ardına, bir sürü kapılar. Annem odama girerek perdeleri açıyor, uyanıyorum. Pencereyi açtığı için anneme kızıyorum. Oysa kapatmak istiyordum pencereleri, hatta yazılarımdaki bütün boşlukları, satır aralarını bile.

Yatağımdan kalkıyorum. Telefonda Selma Hocam “Yeşil Cami’de” olacağız diyor, Ümit Hocam da burada." Tedirgin bir ikindi vaktini ezberliyorken sokaklar, çıkıyorum evden. Etrafıma bakmaya ürküyorum. Sanki birazcık dikkatli baksam insanlar içimdeki bozkıra düşecek ve bu yorgun vakti kilitleyecekler göğsüme...

Camiye girdiğimde Selma Hocam sevgiyle karşılıyor beni. “Seni su sesiyle karşıladık canım” diyor. Bir musikiden bahsediyorlar… Ümit Hocam'a bakıyorum etrafı kalabalık. Bir bey, cami hakkında bilgi veriyor. Hocamız elindeki deftere notlar aldıktan sonra tekrar kendisine bilgi veren beyi dinliyor. Ara sıra bakışlarıyla yakalıyor beni. Bir ara yanıma yaklaşıp “Bugün sana başka bir gözle bakıyorum, Mal Hatun.” diyor. Olduğum yerde kalıyorum. Hünkâr mahfilini gezdireceklermiş. En son yurdumuza ziyarete gelen yabancı bir devlet başkanına açılmış imiş önümüzdeki bu kilitli kapılar. Neyzen Mustafa Efe Bey çiniler hakkında bilgi verirken Çelebi Mehmet Han döneminden kalma olduklarını söylüyor bu harika eserlerin. Ümit Hocam beni göstererek “Asıl Çelebi Mehmet döneminden kalan işte orada duruyor…” diyor. Bütün bakışlar bana çevrilince, utanıyorum, sıkılıyorum, başımı önüme eğiyorum. Malhun Hatun olmak... Uzun zamandır Hz. Dedemin bana verdiği bu ikinci isim üzerinde düşünüyorum. Kim bu Malhun Hatun? Ruh akrabalığımız nereden? Allah’ım görülmemiş rüyalarla dolmuş gibiyim.. Göğsüme genişlik ver...

Camide Selma ve Ümit Hocamın ardında geziyorum. Benimkisi gibi zavallı bir ruh, olgunluğa ermiş iki ruhun peşinde. Çelebi Mehmet Hanın itikâfa girdiği odanın önündeyiz. Kapının kocaman kanadı yerinden oynadığında rüyamı hatırlayarak ürperiyorum. İçeriye girmeye hemen cesaret edemiyorum. Neyzen Mustafa Efe Bey “Birazdan ney konserimiz başlayacak, biz iniyoruz. Odayı en son ziyaret eden çıkarken kapıyı lütfen kilitlesin” diyor. En son ben kapıdayım. Bir ses “Buyur, içeri gel” diyor. Şaşkın ve ürkek giriyorum. Zayıf, uzun boylu, billur sesli biri rahlenin başında Kur’an okuyor. Yürüyorum ya da yürütüyorlar. İçeride gümüş renkli bir aydınlık var. Şakaklarında gümüşî aklarla yakamozlar ışıldayan yakut gözlü, nur yüzlü bir kadın “Korkma! Ben Malhatun, seninle tanışmak istedim” diyor.

Titriyordum… Sahiden de karşımda duran Şeyh Edebali’nin kızı Malhun Hatun mu? Bu ak saçlı bilge kadın? Oysa ben onu hep bir genç kız olarak tahayyül ederdim. Uzanan o fosfordan yeşil eli öpüyorum. Titrek sesimle “Siz…Siz beni nereden tanıyorsunuz ki?”diye soruyorum.“Hani ak bulutlardan yağmurlar boşaldığı o gün, eski bir medresede ağlıyordun ya? Biz kimiz Allah’ım? Neden geçmişimize bu kadar düşman hocalarımız?" diye inlemiştin ya? İşte o gün tanıtmışlardı seni bana. Hani güz yağmurları vardı sokaklarda? Hani insan seline karışarak fakülte koridorlarında sıkışan yüreğin, her gece uykularını bölen, güzel düşlerini yaralayan o kızıl haykırışlar içinde kalmıştın ya? İşte o gün tanıtmışlardı seni bana. Yesripli kızların topuklarının çöle değişi gibi taş kaldırımlarda özlemiştin Hz. Muhammed’i…

Senin sevdan çoçukluğunda sarıldığın o çınar ağacında başladı. Başını buğulu vapur camlarına dayadığında “Fatih benim yaşımda gemileri karadan yürütmüştü” demiştin ve herkesin gülüp eğlendiği o hisarlarda sen ağlayıp dualar etmiştin. Hani bir yaz yağmurlara hasret kaldığın hasta yatağında çok ağlamıştın ve ağlamanın da bir nevi ıslanmak olduğunu anlamıştın ya? Ağlamak ıslanmak, erimek, bitmek demekmiş. İşte o gün büyük dava uğrunda kol kanat açıp uçmuştun.

Sen Allah’a inananları hep sevmiştin. Bakışları buğu buğu ak dedelerin ellerini öptüğünde Şeyh Edebali Dede’nin de gönlüne girmiştin. Hele örtünü sevip dokunuşuna parmaklarının ipeksiliğini katarak okşayışın yok muydu, işte bu bizim aradığımız kız demiştik. Kollarını geniş gövdeli çınar ağacına doladığın o minik kızlığından beri bırakmadık peşini. Aykırı zamanlardaydık belki, ama olaylı caddelerde yanındaydık. O yangın caddelerini beraber adımlıyorduk seninle. Kalabalık caddelerin, loş koridorların, dergilerin, kitapların arasından sana bir damar gibi boşalıyorduk!

Şimdi!... Bu Yeşil Cami’de... Hünkâr mahfilinde, Çelebi Mehmet Hân Dede'nin itikafa girdiği bu odada herkesten ve her şeyden arındırmak istiyoruz seni. Artık gidebilirsin sevgili kızım. Yarım öykü müsvettelerini kırık-dökük daktilo tuşlarının soğuk dokunuşlarından kurtarmanı istiyoruz. Bütün sokakları kaplayan insan seli tek bir suret halinde sende kendini görmeli. Bir bakışınla duyarsız gözleri ağlatmalı, hüzünlü kalplere su serpmelisin. Rayların, otogarların, otoyollarının ortasında, bu metropol insanlarına hayat olmalısın yazılarında. Sen bizim asırlık damarlarımızdan süzülen aşksın. Akmalısın... Şehir meydanlarında, geniş gövdeli sütunların süslediği mabetlerde koşmalısın. Koş Malhatun… Estikçe güzelleşen o mabetlerin loş esintisi göğsünü genişletsin. Düşüp kalktıkça kanayan dizlerine inat koş... En mutsuz anlarında dahi... Ev bulup evsiz kaldığında, yurt bulup yurtsuz kaldığında, sevda çekip aşksız kaldığında yeniden ayağa kalkıp koş… Sen iki dünya arasında olması gereken yerdesin.

Git Malhun... Dualarımızla ördüğümüz günler seninle olacak. Sen ümidimizsin. Nicedir utanır olduk torunlarımızın gidişatından. Yüzlerimiz depremlerin sancılarıyla çatlak çatlak oldu. Bir tarafta yarım kalmış şiirlerin ve romanların, hâlâ rengini keşfedemediğin o kızgın bakışların da ne? Hani oturup minik yürekli bir kızken dinlediğin şarkılardan masallar mı anlatmak hâlâ maksadın? Melekler giren düşlerinde sen uyurken gamzelerin öpülürdü hani? O düşlerden uyanmalısın Malhun. Bak bizim sedirli odamızın hasır döşeklerinde kan denizleri var artık!

Bütün dünyalıkları yüreğinden kov! Aşkın yalnızca bir basamak olduğunu da unutma! Git Malhun... Önündeki kapılar bu kapılar gibi kendiliğinden açılıverecek. Yunus Peygamber’in okyanusun dibinde yemyeşil ama çok yüksek bir duvarın dibinde aylarca kapı aramasına nasıl gerek yoktuysa... Ve Allah’ı zikretmekle gizli kapılar duvarların gizli yerlerinden nasıl beliriverdiyse, bu kapılarda önünde öğlece açılıverecek. Unutma Malhun; her iki söz arasında nice bir özge söz vardır; o sözleri bulasın! Her bakışın arasında nice bir özge bakış vardır; O bakışla bakasın, o bakışla göresin! Dinlemeyi ve görmeyi bilmen gerek!.."

Odadan çıkıyorum. Yürüyorum güneşin tam ortasına doğru. Ayın hilâl olup oruçlaştığı mümin yüreklerde Ümit Hocam dua dua koşuyor, önümüzde koşan bir atlı gibi. Göğsümü genişleten ipeksi bir koku yayılıyor yüreğime. Gözlerimin denizlerinde dualaşan ney eşliğinde Selma Hocam şiir okuyor. Görünmez semazenler orta yerde dönerken, Ümit Hocam ruhen eşlik ediyor gibi onlara.

Akşam hocalarımdan ayrılırken onlara hiçbir şeyden bahsetmiyorum. Caddede yürüyorum. Başladığım yerdeyim. Ama hiçbir şey bıraktığım gibi değil. Vitrin camlarına akseden görüntüm de değişmiş. Bu buruk gülüş, bu mahzun gözler ve sanki çok ağır bir yükü taşıyormuş gibi yorgun ama bu yorgunluktan bir o kadar da memnun yüreğim daha önce neredeydi? Hepsini bu yolculukta mı buldum?

Her şey akıp gidiyor bir keder ile; insanlar, arabalar, günler aylar ve yıllar… Hep aynı şeyi anlatıyor makaleler, hikâyeler, denemeler... Birden Malhun Hatun’un sesini duyuyorum; “ Evladım… diyor billur sesi, insan önce kendini arar, kendini keşfeder!”

Ağlıyorum!... Yanımdan gelip geçen insanlar bana bakıyorlar. Allah’ım ne kadar uzağız biz birbirimizden böyle ne kadar uzak! El ele tutuşan, şehri dolduran insanlar birbirlerinden ne kadar da uzak yaşıyorlar. "Bir ömür aynı sevdaya bağlı kalan kalbiniz için bizimkiler tuhaf hikâyeler" diyorum ona içimden. "Yıllarca bilge babanız Edebali Hazretlerine hizmet etmek, Osman Gazi Hazretleri ile aynı düşleri paylaşmak, yalnız size yazılmış bir masal mıydı? Yaşadınız ve bitti mi? Bize kurumuş asırlık bir çınar mı kalan yalnızca? Başlayışı ve bitişi ansızın, ilk engelde terk edilen kolay sevgiler mi kalan bize? Ben hep bu sevgilerin mi romanını yazmak zorundayım şimdi?"

Hiçbir yere ait olmayan bir yabancının gizli kederiyle eve dönüyorum. Haberler, realiti şovlar, reklamlar, çatal kaşık sesleri. Annem yüzüme bakıyor. “İyi misin kızım? Çok yorgun görünüyorsun. Hadi git yat biraz…”diyor. Ve gözlerimi kapatıp dalıyorum. O yakut gözlere. Yağmura aldanıp, gözyaşlarımı bir nehir sanarak koşmak istedim hep. Benim hayatım mahcup ve derin akan bir nehir gibi. Sessiz ve derin akan münzevi bir yolculuk. Her yolculukta keşfettiğim yeni bir ufuk, yeni bir öykü, yeni bir roman. Hayatım dolu dizgin “Önde Giden Atlıların” ardında, Söğüt’ten Kurtuba’ya kadar…


*Osman Sarı


Saliha MALHUN


Kaynak: sanatalemi.net

Eskiye Eski Denir ve Biz Başka Bir Şeyiz *

“Bugün yeni bir gün, yeni şeyler söylemek lazım cancağızım…”

Mevlânâ

Bundan sonra arenadaki gladyatör olmamaya karar verdik. Bu fırsat eşitsizliğinin içinden itilip, arenaya çıkıp çıkıp, tekrar tekrar dayak yemeyi düşünmüyoruz. Önce fırsat eşitliğini milletimiz ölçüsünde sağlayacağız.

Eskiye ait ne varsa unutun. Gördüğünüzü sandığınızı, duyduğunuzu sandığınızı, bildiğinizi sandığınızı unutun. Biz başka bir boyuttan konuşuyoruz. Bu yeni bir yüzyıl. Yeni bir tarz, yeni bir anlayış gerek. Eskinin iyi olan nesi varsa süzgeçten geçirip, daha da yenileştiren, dünyayı doğru okumayı bilen insanların üzerinde yürüyüp, yeni çığırlar açacakları bir yol lazımdır. On yıl, yirmi yıl, otuz yıl öncesinin paradigmalarına yenik düşmüş, sudaki balığın denizi bilmediği gibi içinde debelendiği ve bir yerde de üreteci ve kaynağı olduğu problemi algılayamayan eskilerle işimiz yoktur. Kaldırın, hepsini tozlu raflara kaldırın. Kaldırın onları tarihin “geri dönüşüm kutusu”na atın.

Bazıları sizi anlayamayacak. Bu ya saflıklarından, ya ufuksuzlarından, yahut sizin gayretinize rağmen aşamadığınız iletişim engelleri yüzünden olacak. Belki bazıları bıyık altından gülecek. Belki bazıları sizi ciddiye almayacak. Gülüp, geçeceksiniz. Bileceksiniz ki bu çığır, önü kesilemez muazzam bir seldir. Coşkun bir fırtınadır. Yapıcı, kalıcı bir dip dalgasıdır. Siz bunun üzerinde yükseleceksiniz. Yalnızca atacağınız küçük ama devamlı adımlara güveneceksiniz. Gün bugündür. Kalkın ayağa, gerekeni yapın. Bir kişi bir kişidir, kazanın. Kafile kafile yürümeye devam edin. Bu millet bir kere daha aldanmayacak, bu millet bir kere daha çok iyi satranç bilenlerin oyununda piyon olmayacak. Bu millet bir kere daha menejerlerin, organizatörlerin ve yabancı gözlerin tribünleri doldurduğu bir arenada şu ve bu kategorilerde çarpıştırılmayacak. Biz oyunu bozuyoruz. Kategorilere inanmıyoruz. Biz bir şeyden bahsediyoruz: derin millet gerçeğinden… Türkiye’nin satranç oynamayı çok iyi bilen derin ve büyük ailesinden… Sabırla inşa edin bunu. Birken iki olmanın, ikiyken dört olmanın, dörtken sekiz olmanın o muazzam heyecanını yaşayın. Geceleri yatağa gittiğinizde vicdanınızın rahat olduğunu göreceksiniz. Siz elinizden geleni, yapılması gerektiği gibi yapmaktasınız. Kendinizle ne kadar gurur duysanız azdır.

Kısır tartışmalarla, çekişmelerle uğraşmayın. Unutmayın, doğru ve gerçek farklı şeylerdir. Birilerinin fitilini ateşlediği kısır gündemlerin esiri olmayın. Kişisel projeniz ne aşamada, onu takip edin. Atacağınız küçük adım hangisidir? Şimdi hangi adımı atmaktasınızdır; bununla uğraşın. Bu milleti yine verimsiz oyunlara getirmelerine bizzat müsaade etmemiş oluyorsunuz. Bu küçük adımlarınız sizi tarihe geçirecek. İş, iş, iş. Elinizdeki küçük işe yoğunlaşın. Yaptığını iyi yapan insan olmak sizin için yeterli bir kahramanlıktır. Çocukların verdiği türden reaksiyonlar sizi ancak oyalar. Millete yapılan her saldırıya tepki verir, durur, oturursunuz. Oysa problem orada durmaktadır. Yüzleşin onunla. Kendinizle yüzleşmiş olacaksınız. Eğer küçük adımınızı atmıyorsanız, problem sizsiniz.

Milleti aptallaştıranlar, ufuksuzlaştıranlar, eksik yöntemlerle, kumda oynamaklarla ona “mış gibi yapma”nın ihanetini, verimsizliğini yaşattıranları iyi tespit edin. Prim vermeyin aptallara. Ciddiye almayın çoluk çocuğu… İşinize bakın.

Eskiye artık eski demenin zamanı gelmiştir. Yeniyi inşa etmek için eskiyi yeterince unutmak gerekir. Zihinlerde en ufak bir yanlış algılamaya mahal vermemek için kendinizi yeni tarzınızla ifade edin. Ahilik deyin, kardeşlik deyin, işletim sistemi deyin, İnsiyatif Projesi deyin. Başkalarının ihaneti, aptallığı, eksik yöntemi sizin yaptığınıza karışmasın. Başkalarının başarısızlıkları size bulaşmasın. Unutmayın, kalıplanmamış, henüz hiç bir şey görmemiş, sadece “birileri çıksa da yapsa” diyen milyonlar var. Onları birer birer kazanın, düşün onların önüne. Yeni ve muazzam ve en kalıcı varlık, sizsiniz. Gerisi hikayedir. Eskiye ait ne varsa unutun.

Kararımız vardır ve budur. Memlekete hayırlı olsun.

* Biz binlerce yıllık yeniyiz.

Ahmet KUBİLAY


Kaynak: insiyatifprojesi.net

Zindandan Mehmed'e Mektup


Zindan iki hece, Mehmed'im lâfta!
Baba katiliyle baban bir safta!
Bir de, geri adam, boynunda yafta...
Halimi düşünüp yanma Mehmed'im!
Kavuşmak mı? .. Belki... Daha ölmedim!

Avlu... Bir uzun yol... Tuğla döşeli,
Kırmızı tuğlalar altı köşeli.
Bu yol da tutuktur hapse düşeli...
Git ve gel... Yüz adım... Bin yıllık konak.

Ne ayak dayanır buna, ne tırnak!
Bir âlem ki, gökler boru içinde!
Akıl, olmazların zoru içinde.
Üstüste sorular soru içinde:
Düşün mü, konuş mu, sus mu, unut mu?
Buradan insan mı çıkar, tabut mu?

Bir idamlık Ali vardı, asıldı;
Kaydını düştüler, mühür basıldı.
Geçti gitti, birkaç günlük fasıldı.
Ondan kalan, boynu bükük ve sefil;
Bahçeye diktiği üç beş karanfil...

Müdür bey dert dinler, bugün 'maruzât'!
Çatık kaş.. Hükûmet dedikleri zat...
Beni Allah tutmuş, kim eder azat?
Anlamaz; yazısız, pulsuz, dilekçem...
Anlamaz; ruhuma geçti bilekçem!

Saat beş dedi mi, bir yırtıcı zil;
Sayım var, maltada hizaya dizil!
Tek yekûn içinde yazıl ve çizil!
İnsanlar zindanda birer kemmiyet;
Urbalarla kemik, mintanlarla et.

Somurtuş ki bıçak, nâra ki tokat;
Zift dolu gözlerde karanlık kat kat...
Yalnız seccâdemin yününde şefkat;
Beni kimsecikler okşamaz mâdem;
Öp beni alnımdan, sen öp seccâdem!

Çaycı, getir, ilâç kokulu çaydan!
Dakika düşelim, senelik paydan!
Zindanda dakika farksızdır aydan.
Karıştır çayını zaman erisin;
Köpük köpük, duman duman erisin!

Peykeler, duvara mıhlı peykeler;
Duvarda, başlardan, yağlı lekeler,
Gömülmüş duvara, baş baş gölgeler...
Duvar, katil duvar, yolumu biçtin!
Kanla dolu sünger... Beynimi içtin!

Sükût... Kıvrım kıvrım uzaklık uzar;
Tek nokta seçemez dünyadan nazar.
Yerinde mi acep, ölü ve mezar?
Yeryüzü boşaldı, habersiz miyiz?
Güneşe göç var da, kalan biz miyiz?

Ses demir, su demir ve ekmek demir...
İstersen demirde muhali kemir,
Ne gelir ki elden, kader bu, emir...
Garip pencerecik, küçük, daracık;
Dünyaya kapalı, Allaha açık.

Dua, dua, eller karıncalanmış;
Yıldızlar avuçta, gök parçalanmış.
Gözyaşı bir tarla, hep yoncalanmış...
Bir soluk, bir tütsü, bir uçan buğu;
İplik ki, incecik, örer boşluğu.

Ana rahmi zâhir, şu bizim koğuş;
Karanlığında nur, yeniden doğuş...
Sesler duymaktayım: Davran ve boğuş!
Sen bir devsin, yükü ağırdır devin!
Kalk ayağa, dimdik doğrul ve sevin!

Mehmed'im, sevinin, başlar yüksekte!
Ölsek de sevinin, eve dönsek de!
Sanma bu tekerlek kalır tümsekte!
Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir!
Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!

NFK / (1961)

29 Ocak 2008 Salı

Eflatun'un Mağarası'nda Değişen Bir Şey Yok!

Propaganda

Çağın en önemli araçlarından propaganda, yabancısı olmadığımız bir aşina; Bir nevi taarruz. Akla değil, kalbe ve duygulara yapılan süslü püslü bir saldırı. Kimin kalbine? İnsanın ve kitlenin yani kolektif vicdanın!

Propaganda kavramı yine yabancı, yine batılı! Latince “yayılması, yaygınlaşması gereken” manasını taşıyor. Esasında menfi bir muhtevaya sahip kelime; “yanıltıcı bilginin yayılması”(1)..! Avrupa’nın o kanlı, o bıkkınlık veren 30 Yıl Savaşlarından sonra karşımıza çıkıyor hazret ve bir daha hiç eksilmiyor sahneden. Papa 15. Gregory, güç ve itibar kaybeden Hıristiyanlığı yaymak için ilk “Propaganda Meclisini”(2) 1622 yılında kuruyor.

Mevhum, politik anlamını 1. Dünya Savaşı’nda buluyor. Modern çalışma sahasını yine aynı döneme borçlu. ABD Başkanı Woodrow Wilson, savaşa İngiltere yanında girebilmek için kamuoyunu etkilemek, yönlendirmek, daha doğrusu yanıltmak(!) için ilk defa bilimsel olarak kullanılmasını sağlıyor; Gazeteci Lipman ve psikolog Bernays’ın(3) ABD hükümeti adına yaptığı faaliyetler çok kısa zamanda Amerikan kamuoyunda Almanlara karşı büyük bir histeri oluşturuyor.

Politik ve ticaret arenasında bilinen, fakat o döneme kadar sistematiğe kavuşmayan bu keşif, insanlık tarihinin akışını değiştiriyor!

Bu sayede, "Grup Zihni" ve "Niyetin Tasarlanması ve Toplumsal Yönlendirme" yönüyle reklam, halkla ilişkiler ve yeni muhtevasıyla propaganda bilimsel boyuta taşınmış oluyor.

İnsanın, toplumun ve ona sunulması istenen her şeyin olduğu yerde o var. O hem bir vasıta hem de amaç. Hitler aynı vasıtayla büyük Almanya’yı kuracağına inanıyordu. Lenin aynı aracı kullandı. Çölde serap gösterme marifeti! Emperyalizm’in de, Kuvva-i Milliye’nin de yol arkadaşı o!

Eflatun’un Mağarası’nda Değişen Bir Şey Yok!

İnsan ve toplum aç! Salt sindirim sistemimizle alakalı değil bu açlık! Her nevi sunuma muhtaç(!) Hala Eflatun’un mağarasında. Her ışığı ve gölgeyi gerçek sanıyor. Neyi allayıp pullarsan sımsıkı sarılıyor. Çağımızın insanı üst düzey bir çılgın! Arayış ve doyumsuzluk… İnsanı tüketime sevk eden güdü bu!

Yeni dünya işte bu güdünün farkında! Fark ettiği gerçek propaganda! Satılması gereken her malın, benimsenmesi gereken her ideolojinin havarisi propaganda! İnsan ve toplum onun karşısında bir zavallı. Kalbinin ortasına saplanan hançer!

Küresel dünyanın referansı, istinat duvarı bu gerçek üzerine örüyor ağlarını. Kitle iletişim araçları ve tümüyle medya bir bakıma insanın derununa hitap ediyor. Daha doğrusu hükmediyor O’na! Talimatlarını sıralıyor sonra “bunu tüketecek, şunu benimseyeceksin!”


Gölgeler dünyasının yerini renkler, melodiler, mankenler ve sloganlardan müteşekkil bir arka plan almış. Her eve, her ele ulaşan televizyon, gazete, radyo, dergi ve afiş mağaraya sızan, bizi aldatan bir ışık!

Nasıl aldanmasın insan? Beyin yıkamanın bilimsel adı: Propaganda! Projeksiyonun arkasında çok güçlü disiplinler var! Sosyoloji, psikoloji, sosyal psikoloji, kültür, ekonomi ve tarih propagandanın nüvesini oluşturuyor. Sosyal bilimler bu noktada bir laboratuar. İnsani olan, insanla alakalı olan her disiplinden faydalanıyor.

Her ne kadar yalan da olsa, yanıltıcı da olsa bu taarruz bir gerçek! Ticari sahada reklam adını alan bu savaş fikri ve siyasi arenada propaganda adıyla mücadelesini sürdürüyor. Realite bir de kendini milletler mücadelesinde ortaya koyuyor: Propaganda 20. ve 21. yüzyılda milletler mücadelesinin en büyük silahı!(4)

İki Örnek

Propaganda, insanla birlikte kitlenin yönlendirilmesinde ve istenen kanaatin oluşturulmasında kullanılan disiplinler üstü bir bilim. Duyulara ve bilinç altına zerk edilen metafor yağmuru. Sapkın ideolojilerin yoldaşı propaganda: Amaca varmak için her şey mubahtır! Miting meydanlarında toplanan yığınlar, kavalın sesine uyan fareler gibi hazır asker! Matbuat bir ajitasyon aracı; gazeteler, dergiler, duvar afişleri, sloganlar ve broşürler… ölüme de götürebilir, zafere de!

İşte iki örnek: Hitler ve Lenin(!) dünya tarihinin en kanlı propaganda teoriysen ve pratisyenlerinden. Naziler Büyük Almanya ideali yolunda sadece propagandadan faydalandı. İçeride Alman ırkını yönlendirmek, dışarıda ise istila ettiği ülkelerde mukavemeti yok etmek için. İşin başında Hitler ve Nazi Partisinin Propaganda Bakanı Gobels var! İkisi de söz ustası. Kitlelere şoven nutuklar irad ediliyor, radyolardan ve matbuattan işlenecek büyük günah meşrulaştırılıyordu.


Şiddet tüm Avrupa’nın vazgeçemediği dini.(5) Vahşet orduları çok kısa zamanda onbaşı Adolf’un emrine amâde! Yecüc Mecüc ırkı Kafdağı’nın ardından değil, her zamanki gibi batının dağlarından çıkıyor! Önüne geleni yok eden bu vahşet tamamıyla meşhur hazretin eseri…

Bütün insanlar gibi aç ve muhtaçtı Alman ırkı. Hitler de Büyük ve Güçlü Almanya’yı vaat ediyordu. Çöl ortasından vahaya koşan Naziler su yerine kan içiyor, flamada gamalı bir haç dalgalanıyordu! Ve Gobels propagandasını haykırıyordu: “Yalan Söyleyin Mutlaka İnanan Çıkar!”

Propagandanın tılsımı toplumları ve milletleri “sürüye” çevirmesinde. İnsanı çobanın kavalına mahkum etmesinde!

Bir başka vahşet örneği her ne kadar Asya’ dan ortaya çıksa da yine batılı yine Hıristiyan!(6) Bu defa haykıran bir başka cani! Lenin, Stalin ve Trocki… Nazilere göre daha yönlü, daha güçlü. Bolşevik ihtilalinin erkânı propaganda açısından tam bir doktor-u hâzik.(7) Vahşette de öyle; dünya tarihi kızıl ordu ve polit büro kadar büyük bir günahkarı tanımadı!

Aradığını kendi topraklarından çok çabuk buldu amele devrimbazları. Ruhsuz insan hayvandır, hayvanlaşır. Leningrad’lı psikolog İvan P. PAVLOV, “psişik şartlandırmanın” kodlarını çözerek komünistlerle propagandanın bilinç altı etkilerini tanıştırdı. Pavlov’ un hayvanlar üzerinde yaptığı deneyler insanlar üzerinde komünizm için kullanıldı.

Lenin için her satıh bir propaganda zemini. Üniversite, fabrika, köy yahut otobüs ya da tren; bütün basın vasıtaları… hatta gerilla!(8) Şartlandırma bir bakıma beyin yıkama! 20. Yüzyıl 1980’ lere kadar kara propagandanın yoğun uygulamalarıyla geçiyor. Musoli’ ni İtalya’sında, Franko’ nun İspanya’ sında; Latin Amerika’ da durum aynı.

Literatüre “Leninist Propaganda Taktikleri” olarak geçen uygulama ve yöntemler kabullenmemizi gerektiren bir sosyal değişim gerçekleştirmiş. Çok ülkede denendi. Bazen kazandı bazen de kaybetti. Ama gözden uzak tutulmaması gereken bir vakıa…(9) unutulmaması gereken gerçek; Sovyet Rusya yetmiş yıllık hükmünü yine konu başlığımıza yani propagandaya borçlu!

Bir Model: Ya Da Mağaradan Bir Çıkış Yolu…

Propaganda artık bir mühendislik bilimi. Sosyal bilgiler geliştikçe o da gelişiyor. Kendine ait denklemleri, şifreleri var. Toplum Mühendisliği(10) bunun yeni adı.

Toplum Mühendisliği menfi bir kullanımın içinde. Biz müspet kullanalım. Sivil ve meşru. Tanıdık bir uygulama dahilinde değerlendirelim. Tekrar refleks meydana getirir diyor bir Japon atasözü. Tarihi köklerin dibi eşelenmedikçe gerçeği göremeyiz. Anadolu’ nun, Türkleştirilmesi ve vatanlaştırılması nasıl bir uygulama timsalidir? Sosyal bilgilerin hangi disiplinlerinden yararlanılmıştır?

Kolonizatör Türk Dervişleri! Bizde halkla ilişkiler ve reklam sektörünün duayeni Betül Mardin: “Dünyada görülen en başarılı halkla ilişkiler örneği Horasan Erenleri tarafından verilmiştir”(11) diyor.

Gerçekten de öyle. Halkla İlişkiler, Propagandanın bir alt başlığı. Tutundurma faaliyeti. Başarısı burada. Diğer iki örnek gibi anlık etkilerden ziyade tutunmayı ve devamlılığı ortaya koyuyor.(!)

Gönüllerin ve beyinlerin fethi kalelerin zaptından zor! Model ve frekans farklı. Kan ve vahşetin esamisi okunmaz bu alanda. Bu toprak imanın kanaviçe gibi işlenmesiyle vatanlaştırılmış. Han da, hamam da, külliye de imar etmek kolay! Kolay da içine girecek insanı bulmak, bulduktan sonra çekip çevirmek zor!

Yunus’ça, Hacı Bektaş’ ça dil ve gönül gerek! Kapı kapı dolaşıp Türkçe bir kavl ile bütün unsurları tek bir kalpmiş gibi çarptırmak gerek! Büyük dava; “kutsal bir dava”…

Mevcuda karşı düşmanın kullandığı silaha mukabil, teknikle ve bilgiyle mücehhez bir taarruz! Necat(12) buna bağlı. Nedir mukabil olan? Aynı vasıtaları kullanmak. Her eve, her beyne giren batı saldırısını püskürtmek, bu muhasaradan çıkmak yine her eve girmekle ve her ele ulaşmakla mümkün. Bizim Toplum Mühendisliğimizin amacı bu olmalı.

Artık garbın afakı sadece çelik zırhla sarılı değil. Top yekun psikolojimizi etkisi altına alan bir silahla karşı karşıyayız. Bu silah propaganda! İletişim araçlarının tümünün hedefinde biz varız. Küreselciler dünyayı küçük bir köy diye tarif ediyor. Bu köyün ağası onlar, marabası biz miyiz!

Dipnotlar

1 Hıristiyanlık kullandığına göre elbet yanıltıcı olacak!!!
2 Congregatio de Propaganda Fide, Papa XV. Gregory Hıristiyan olmayan ülkelere gönderilen misyonerler vasıtasıyla Hıristiyanlığın yayılmasını sağlamaktır gaye.
3 ABD’ li iki ortak çok başarılı bir halkla ilişkiler şirketinin sahipleri. Mevcut halkla ilişkiler endüstrisi bakiyesini Lipman ve Bernays'ın çalışmalarına borçludur ve hâlâ ABD hükümeti tarafından kullanılmaktadır!
4 Ayhan TUĞCUGİL. “Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi-Teori.” Ah! Töre Yayınevi ve takipçileri bu eseri yeni bir yorumla tekrar bize kazandırsa!
5 Cemil Meriç’ ten iktibas!
6 Ne kadar Materyalis-Ateist olsa da Komünizm Rusya da bir tek kilise kapatmıyor! Ortodoks kilise korunuyor! Hedef her şartta İslam ve Biz! Tabii buna Komünist Çin’ de dahildir.
7 Doktor-u hâzik: konusunun uzmanı
8 Terörist Faaliyetlere Silahlı Propaganda dedikleri hepimizin malumu
9 Bizdeki Eski Tüfek Komünistlerin ve çıraklarının medya alanında niçin tutundukları burada gizli olsa gerek!
10 Toplum Mühendisliği Bir başka önemli konu!
11 Betül MARDİN, “Sevgili Dostuma” adlı eseri
12 Necat: Kurtuluş.

Cumhur BULUT

Birbirimizi karaladığımız müddetçe

Türkiye'de yaşayan bizler neyin peşinde olduğumuzu bilerek mi yaşıyoruz? En azından aynı ülkenin insanı olduğunu kabul ettiğimiz halde kendimize hasım saydığımız, bu yüzden de kayba uğramasını istediğimiz birileri varsa ve biz onların kayba uğramasını temin etmek üzere harekete geçmişsek, varacağımız sonuçtan kârlı çıkanın kendimiz olmayacağını fark edecek bilinçte miyiz? Ne yazık ki, hayır. Bilinç düzeyimiz iki şeyi irtibatlandırabilecek dereceye yükselmemiştir.

İki şey: Türkiye için iyi olan Türkler için de iyi olmak zorundadır, vice versa. Bir şey nasıl Türkler için iyi, Türkiye için kötü olamazsa; Türkiye için iyi, Türkler için kötü olamaz. Bizlerin böylesi bir tutarlılık bilincinden mahrum kalışı toplumdaki ahlâk çöküşüne de hız veriyor. Ahlâkî çöküş, şahsi hesabımızın içine bütün Türkleri değil de, bir kısım Türkleri; bütün Türkiye'yi değil de Türkiye'nin bir kısmını dahil edişimizle akla sığmaz boyutlara uzanıyor.

Bilinçsizliğimiz bilgisizliğimizin yavrusudur. 1980 öncesinde Sovyetler Birliği'nin dünya güçler dengesine tesir edebilecek mikyasta büyük bir unsur olduğu zannına kapılacak kadar koyu bir bilgisizlik ve aymazlık içindeydik. Doğu Avrupa'yı, İç Asya'yı nüfuzu altında tutan Sovyet gücünün etkisini Türkiye'yi de içine alacak ölçüde genişleteceği düşüncesini taşıyorduk. Bu düşünce bazılarımızda beklenti halini almıştı. Böyle özetlemekten başka çare bulamadığımız doğrultudaki eğilimler 1980 öncesinde Türkiye'deki siyasi öbekler arasında bir "pro-sovyetikleşme" yarışı başlattı. Bilhassa solculukla münteşir öbekler bir yandan kendilerinin Sovyet yanlısı oldukları hususunda birinciliği elde tuttuklarını kanıtlamaya, diğer yandan da Sovyetlerin Türkiye'deki öbekler arasında en çok kendilerine destek verdiğine herkesi inandırmaya çabalıyorlardı. Çabalarının sonuç hasıl etmesi için uyguladıkları propaganda tarzı da kendilerinden başka herkesi karalamaya dönüktü. Yani fasılasız bir gayret göstererek filâncaların niçin "pro-sovyetik" olamayacaklarını ortaya çıkarmaya uğraştılar.

Berlin duvarı yıkıldı, Sovyetler Birliği dağıldı; ama Türklerin bilgisizliği ve bilinçsizliği bâki kaldı. Türkler "tek kutuplu dünya" dolmasını kolayca yuttular. Dolayısıyla artık Amerikancılık moda. Günümüzde Türklerin laik kesimi Amerika'nın Türk "irticacılara" tokat atması halinde işlerinin düzene gireceğini, içlerinin ferahlayacağını düşünüyor. Buna mukabil Atlantik ötesinden demokrasi himmeti umarak başörtüsü serbestisi kazanabileceğini düşünen Türkler de Amerika'nın Türk "Jakobenlere" sıkı bir sille aşk etmesi halinde önlerindeki engellerin kalkacağını, yüreğindeki buzların eriyeceğini umuyor. Hiç kimse vuran Amerika olduğu taktirde hangi Türk tokat yerse yesin mutlaka öbür Türk'ün de canının yanacağını akıl edemiyor. Hâlâ Türklerin Türkleri karalaması devam ediyor. Türkiye'nin işleri Türklerden sorulur denilemiyor. Her Türkün maruz kaldığı kötü muamelenin Türkiye'ye karşı işlenmiş bir suç olduğu fikrine yakınlık duyulmuyor.

İsmet ÖZEL

Kaynak: ismetozel.org

28 Ocak 2008 Pazartesi

Osman Turan vefatının 30. yılında yâdedildi

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültürel ve Sosyal İşler Daire Başkanlığı Kültür Müdürlüğü ve Kültür A.Ş. tarafından düzenlenen “Vefatının 30. Yıldönümünde Prof. Dr. Osman Turan” başlıklı açık oturum 26 Ocak 2008 Cumartesi günü saat 14.00’te Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde gerçekleştirildi.

Türk tarih yazımı ve felsefesine önemli açılımlar kazandıran ilk tarih doktorumuz Osman Turan, sevenlerinin yoğun katılımıyla gerçekleştirilen toplantıda yâd edildi.

Programda sırasıyla Prof. Dr. Ali Birinci, Doç. Dr. Sait Polat, Doç. Dr. İhsan Fazlıoğlu ve Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak konunun farklı yönlerini ele alan tebliğlerini sundular.

Açış konuşmasını yapan oturum başkanı Prof. Dr. İsmail Kara; Osman Turan’ın hayatı ile ilgili genel bir değerlendirmede bulunup, O’nun kişiliğini oluşturan “tarihçi”, “fikir adamı” ve “siyaset adamı” unsurlarını vurguladıktan sonra sözü Prof. Dr. Ali Birinci’ye bıraktı.

Prof. Dr. Ali Birinci, Osman Turan’ın hayatını konu alan konuşmasında tekdüze biyografik bir sunumdan ziyade; O’nun, daha çok yanlış biline gelmiş yahut hiç ortaya konmamış ama hayatının önemli noktalarına ışık tutan bilgileri katılımcılarla paylaştı. Osman Turan’ı şahsen tanımış olması münasebetiyle müşterek tecrübelerinden aktardığı anekdotlar, konuşmasını daha duygusal ve renkli hale getirerek dinleyenleri Osman Turan’ın yaşamış olduğu evrene biraz daha yakınlaştırdı. Bununla beraber Prof. Dr. Birinci, Osman Turan’ın ilmi şahsiyetinden siyasi şahsiyetine kadar olan geniş bir yelpazede ilginç hususlara işaret ederek önemli açılımlar sağladı.

Doç. Dr. Sait Polat, Osman Turan’ın Türk Tarih yazımındaki yerini konu alan konuşmasında ilk olarak Selçuklu Tarihi ve bu alanın ana problemlerine ilişkin genel bir değerlendirmenin ardından Osman Turan’ın özelde -asıl uzmanlık alanı olan- Selçuklular Tarihi, genelde ise Türk Tarihi yazımındaki yerini tespit ederek O’nun bağlı olduğu Fransız tarih yazım ekolü meselesini irdeledi. Osman Turan’ın “Selçuklular Zamanında Türkiye”, “Selçuklular Tarihi” ve “Türk İslam Medeniyeti” gibi artık klasikleşmiş eserlerinden bazı bölümler aktarıp bunları metodolojik bir eleştiriye tabi tuttu. Turan’ın bu eserlerinin hâlâ bu alandaki öncü kaynaklar olduğunu fakat burada yer alan, dönemin genel anlayışı ile alakalı bazı bilgilerin ciddi eleştiri süzgecinden geçirilmesi gerektiğini ifade eden Sait Polat, bu bilgilerin tarih alanıyla ilgili yeni problemleri de beraberinde getirdiğinin altını çizdi. Bununla birlikte kısaca Osman Turan ve hocası Fuat Köprülü’nün tarih anlayışlarındaki benzerliklere ve farklılıklara değinerek sözü diğer bir konuşmacı olan Doç Dr. İhsan Fazlıoğlu’na bıraktı.

Doç. Dr. İhsan Fazlıoğlu, Osman Turan’ın tarih felsefesini “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi” kitabı ekseninde ele alarak eserin felsefi alt yapısına ışık tutacak çözümlemelerde bulundu. Fazlıoğlu, Turan’ın tarih felsefesini ortaya koyarken; O’nun tarih yazımındaki metafizik yaklaşımlarını, döneminin siyasi-toplumsal konjonktürü bağlamında tarih felsefesinde görülen mitsel tarih yazım örneklerini, “Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi” eserinde öne çıkan ve müşterek tarihi misyon bilinciyle hareket ettiği varsayılan Türk toplumu düşüncesini dile getirdi. Osman Turan’ın bütüncül ve kesintisiz bir Türk siyasi tarihi olduğu varsayımına da değinen İhsan Fazlıoğlu; ulus devletlerin, geçmişlerine bu tip mitsel atıflar yaparak kendi tarihi paradigmalarını oluşturup adeta geleceklerini yeniden inşa ettiklerinin altını çizdi.

Açık oturumda son olarak Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak söz aldı. Osman Turan’ın “Türkler ve İslam” çerçevesindeki yazılarının genel bir analizini yapan Ahmet Yaşar Ocak; değerli tarihçimizin bu doğrultudaki tezlerini, eserlerini vermiş olduğu dönemin şartları içerisinde bir bağlama oturttuktan sonra bu alanla ilgili olarak günümüz tarihçilerini bekleyen problemlere değindi. Türk tarih yazımında “Türkler ve İslam” gibi çok geniş bir konunun siyasal nedenlerle her zaman rafa kaldırılan bir mesele olarak durduğuna, konuyla ilgili hâli hazırdaki –istisnalarla birlikte- popüler ve akademik çalışmaların ‘ideolojik toz bulutları’ arasında adeta kaybolduğuna işaret eden Prof. Dr. Ocak, yeni nesil tarihçilerce bu konunun objektif bir tarih yazımıyla aydınlatılması gerektiğini belirterek konuşmasını tamamladı.

Kaynak: sanatalemi.net

Allah Türkleri sevmiyor mu?




“Prof. Dr. Ercüment Kuran’ın bir gün yüksek sesle şöyle hayıflandığını duydum:
- Allah Türkleri sevmiyor!
- Aman hocam bunu nasıl söylersiniz…
- Sevmiyor, çünkü sevseydi Dündar Taşer’i, Cengiz Orhonlu’yu, Erol Güngör’ü bu kadar genç yaşta aramızdan alıp yanına çağırmazdı!
Bu samimi yakınma, bu sevimli ta’rizin isabeti düştüğü yeri yakıyor.



Kaynak: Doğu Batı. Üç aylık Düşünce Dergisi. Sayı: 11, Araftakiler.

Nietzsche: "İslâm'ın önünde diz çökmeliydik"

Türkiye'de entelijansiya olmadığını söylediğimde bazı kişiler rahatsız oluyorlar. Şerif Mardin'in deyişiyle bu ülkede yalnızca "literati"nin / okumuş yazmış kişilerin olması, bırakınız Türkiye'nin, kendi yaratıcı ruhunu ve kurucu iradesini harekete geçirebilmeyi, Türkiye'nin yaratıcı ruhun ve kurucu iradesini neyin oluşturduğunu bilen bilemeyen zihinsizleştirilmiş zihinler etrafta mebzul miktarda kol geziyor.

Hâl böyle olunca da, ne kendi medeniyet dinamiklerimizle, ne de hâkim kültürün, yani Batı kültürünün medeniyet dinamikleriyle yaratıcı ilişkiler kurabiliyoruz. O yüzden, düşünce hayatında da, sinema, müzik, edebiyat, mimari başta olmak üzere sanat hayatında da dünyaya özgün şeyler armağan edebilecek çapta büyük atılımlar ve açılımlar gerçekleştirebiliyoruz.

Türkiye'de çok berbat bir entellektüel körleşme ve kötürümleşme var: Batı kültürüyle de, İslâm kültürüyle de kurduğumuz ilişkilerin yalnızca platonik aşk ve nefret ilişkilerine, dayanan simülatif (sığ, sahte ve sathî) ilişkilere dönüşmesi, son kertede, Batılılaşma / sekülerleşme macerasına sürüklenen ülkemizin mecrasını yitirmesine, dolayısıyla hâkim kültürün bütün normalarını ve formlarını kölecesine taklit etmemize, üstelik de karikatürize ederek tepe tepe tüketmemize yol açıyor.

Karikatürize edilen, belki de en önde gelen Batılı düşünürlerden biri de "ateist" ve "nihilist" diye yaftalayarak üstünü çizdiğimiz ya da duruma göre putlaştırdığımız Nietzsche'dir.

Nietzsche'yi karikatürize ettiğimizi gösteren en önemli göstergelerin başında onun "Tanrı öldü" sözünü dümdüz bir şekilde anlamaya kalkışmamızdır. Nietzsche, "Tanrı öldü" derken bir ateist veya nihilist olarak konuşmaz; aksine Batı'da Tanrı'nın öldürüldüğünden sözeder. Sözgelişi, Putların Alacakaranlığı başlıklı kitabnda aklın putlaştırılmasına karşı tam bir savaş ilan eder. Socrates'tan başlayark bütün bir Socrates-sonrası, temelde rasyonalist Batı düşüncesini yerden yere vurur.

Deccal-Sahte İsa başlıklı kitabında ise Hıristiyanlığı, özellikle Tanrı tasavvurundaki absürtlükten ötürü yerle bir eder. Size bugün Deccal kitabında yer alan, onun İslâm'la ilgili tespitlerini aktarmak istiyorum. Okuyunca şoke olacağınızı tahmin ediyorum. (Ayrıca Nietzsche'nin bu iki kitabının bayramdan hemen sonra Külliyat Yayınları tarafından özenli bir çeviriyle -yeniden ve adam gibi bir Türkçe'yle- dilimize kazandırılacağını hatırlatmak istiyorum). İşte Nietzsche'nin, "İslâm'ın önünde diz çökmeliydik" dediği o çarpıcı gözlemleri:

"Eğer İslâm, Hıristiyanlığı küçük ve hakir görüyor idiyse, böyle görmekte bin kez haklıydı: Çünkü İslâm, insanı yüceltir ama putlaştırmaz...

Hıristiyanlık, bizi, kadim dünyanın [antik Yunan ve Roma] kültürünün mahsulünden mahrum bırakmıştı. Üstelik bununla da yetinmemiş, daha sonraları, bizi İslâm kültürünün mahsûlünden de mahrum etmişti. Aslında bize (insan olarak bize], Grek kültüründen de, Roma kültüründe de, esasta, temel meseleler açısından daha yakın olan, bizim [insan olarak] duygularımıza, zevklerimize ve seçimlerimize daha doğrudan hitap eden İspanya'daki o harikuâde İslâm kültürü ve İslâm kültürünün eşsiz birikimi ayaklar altına alınarak çiğnenmiş ve yok edilmişti (-bunu yapan ayağın ne tür bir ayak olduğunu söylemeye dilim varmıyor, ne yazık ki!-)"

"İyi de, neden? Nedeni şuydu: Çünkü İslâm kültürü, asil bir kültürdü; çünkü İslâm kültürü, kökenlerini, temellerini insan fıtratına borçluydu [insanın fıtrî özelliklerini muhafaza edebilmesine borçluydu]; çünkü İslâm kültürü, İspanya'daki Müslüman hayatının nâdir bulunan, nefis hazinelerinin üzerinde bile hayata Evet diyordu!... Daha sonraları, Haçlılar, estirdikleri o toz bulutunun ortasında, aslında önünde diz çökmeleri gereken, diz çökmekle daha iyi bir yapmış olacakları bir şeye karşı, asil bir kültüre karşı, bizim bugünkü 19. yüzyıl kültürümüzle mukayese edildiğinde, bizim çağdaş kültürümüzün, kendisini, İslâm kültürünün yanında son derece 'yoksul' ve oldukça 'geç kalmış' bir kültür olarak görebileceği böylesine asil ve yüksek bir kültüre karşı savaş açmışlardı. Haçlılar, ganimet peşinde koşuşturuyorlardı, hiç şüphesiz ki. Çünkü Doğu, İslâm dünyası, zengindi..."


Yusuf KAPLAN
Kaynak: Yeni Şafak - Arşiv

Buna da şükür!


'Sen bir köylüsün,' derdi, 'Evet, bir köylü! Yani cemiyetin tortusu! Bir mülkiyet budalası! Köylü sınıfı zaten nedir ki?! Bir Ortaçağ artığı! Toprağa yapışmış, donmuş, statik bir varlık! Bütün inkılâplarda fren! Bir ayak bağı...

Siz köylülerin görüş ufkunuz yalnız kendi tarlalarınızın sınırları ile çevrilmiştir. Kafanız bâtıl inanışlara bağlıdır. Hayatınız, ağanın, derebeyinin yahut muhtekirin elindedir. Köylü sınıfı, inkılâbın sadece kuyruğudur. Evet, kesilecek ve atılacak kuyruğu!.. Sizin sınıfınız artık temizlenmeye mahkûmdur, yoldaş! Evet, temizlenmeye ve süpürülmeye!" Bu cümleler, Nazım Hikmet'e ait.

1922'de St. Petersburg varoşlarındaki Udelnaya kampında Şevket Süreyya Aydemir'e söylüyor; Vâlâ Nurettin de şahit. Şaşırtıcı mı? Söyleyenin gelmiş geçmiş en ünlü Türk şairi olmasının dışında şaşırtıcı değil; çünkü, gönül verdiği ihtilalci ideoloji böyle buyurmaktadır. Aslına bakarsanız, gönül verdiği ihtilalci ideoloji "köylü denilen" şeyin "protoplazma"dan ibaret olduğunu da (Trotskî) buyurmaktadır. "Protoplazma," malûm, birtakım proteinler ve sudan ibaret bir kimyasal bileşim; yani, canlıların en işlenmemiş, en ilkel hammaddesi. "Protoplazma"nın "insan"a dönüşmesi için milyonlarca yıl "evrilmesi" gerekir. Buradaki anahtar kelimenin "evrilme" olduğuna ve Darwin'in, Marksizm şöyle dursun, modernizmin koruyucu azizi olduğuna dikkatinizi çekerim.

Nazım Hikmet'in Rus köylülerinin temizlenmeleri gerektiğinden bahsediyor olmasının Türk köylülerini kayırdığı anlamına gelmediğine de dikkatinizi çekerim. Zira, mürşitleri gibi, kendisi de bir "dünya ihtilali"ne kurgulanmıştır; "modernleşme"ye ayak bağı olan köylü milleti "evrensel" olup, etnik ayrıcalık söz konusu değildir. Yine de, köylü sınıfının idam fermanını kıraat ettiğinden bu yana neredeyse bir yüzyılın geçtiğini düşünürsek, "dünyada tanınan 5-6 Türk'ten biri," şiir sanatının bu en büyük ustası, bugün yaşıyor olsaydı böyle konuşuyor olur muydu? İhtimal vermiyorum, zira, köprünün altından çok sular aktı. 2005 itibarıyla Türk halkının % 67,3'ü şehirlerde oturuyor. Varsa, çağdaşlaşmaya fren koyan birileri, bu "mülkiyet budalaları"nın kentlerde aranması gerekecekti. Kaldı ki, Mustafa Kemal Atatürk'ün "milletin efendisidir" buyurduğu "köylü" sınıfını "kesilecek ve atılacak kuyruk" diye tanımlamak, günümüzde "siyaseten doğru" bir davranış da olmayacaktı. Her ne kadar, Atatürk'ün naçiz vücudu nicedir toprak olmuşsa da, Bekir Coşkun'un def'atle uyardığı gibi, Çankaya, hâlâ "Atatürk'ün makamı ve Başkomutanlık" sayılmaktadır. Hal buyken, köylüyü "cemiyetin tortusu" diye aşağılamak, isterse Mozart ödülü alsın kimsenin öyle kolay cür'et edebileceği bir tavır değildir; şamar oğlanı olarak elde kala kala "köyü şehre taşıyanlar" kalmaktadırlar.

Gırgır ekolü

Bu hesapça, Fazıl Say'ın geçenlerdeki programda "Kendisi hakikaten orada Bekir Coşkun'un anlattığı göbeğini kaşıyan adam durumundadır benim gözümde." dediği Osman Yağmurdereli, Ümit Zileli'nin kendisini "sanatçı" sanmakla suçladığı Adnan Şenses, tasfiye edilmesi gerekli bu sınıftandırlar. "Ayağını altına alıp oturur. Elinde bayraklarla yürüyen kadınları görünce 'Ne vınaklıyo bunlar len...' diye kızar. 'Haberleri' sevmez. O 'Ti-Vi eğlence programına' bakar. Dünyada neler olup bittiği konusunda, bildiği tek dış politika yorumu 'İngiliz yaman olur' görüşüdür. Kitap okumaz. Gazete bilmez. İlgi duyduğu tek gazete, turşu kavanozlarının altına serdiği geçen senenin gazetesidir. Çok da gerekiyorsa 'Bi bakıver kitap ne diyor?' diye sorduğu bir 'hoca'sı vardır" şeklinde betimlenen "göbeğini kaşıyan adam," Fazıl Say'ın "Osman Yağmurdereli'ler tarafından yönetilmektense..." diye başlayıp, memleketi terk etme tehdidiyle sonuçlanan tipolojidir.

"Bir özelliği de, bol çocuk yapıp salmasıdır" denilen "göbeğini kaşıyan adam," '80li yıllardan itibaren yaygınlaşan "maganda, şehir magandası, trafik magandası, zonta, hırbo" hatta "kıro ve keko" şeklindeki sakat klişelerin kaba ve içeriksiz bir versiyonundan ibarettir. '70li yıllarda parlayan Gırgır dergisi ve onun açtığı yoldan yürüyen yazar ve çizerlerin, parlamentoyu, sivil siyasetçileri, "solcu" olmayanları (ki, bu, Bekir Coşkun, Mine Kırıkkanat, Ümit Zileli, Fazıl Say vb. bağlamında epeyce tartışma götürür bir "solcu"luktur) CHP dışındaki seçmenleri, özetle, kendi meşrepleri gereğince "öteki" olarak algıladıkları herkesi kaba bir dille yerin dibine geçirmeleri, hakaretamiz sözcükler türetmeleri şeklindeki kronik yanlışın devamıdır.

Kendilerini "sol çizgi"de görseler de, bu insanların solculuğunun, Nazım Hikmet şöyle dursun, CHP geleneğinden daha etkin bir solculuk olmadığı da ortadadır. Bu halleriyle Necdet Şen'in çok yerinde bulduğum ifadesiyle "aşiret törelerine sımsıkı bağlı feodal delikanlıların, kardeş kanı akıtan nevrotik namus takıntılarına fazlaca benzemektedir"ler. "En ufak bir farklılıkta kasaturalarına davrananlar" her taşın altında bir "ihanet" ve "iffetsizlik" aramakta, "kapanan internet sitelerinin" hesabını Yağmurdereli'den soran Fazıl Say misali, yakışıksızın ötesinde manasız durumlara düşebilmektedirler. "Bakın ben bu bütün söylediklerimden dolayı haftalardır tehditler alıyorum, internet sitelerim kapanıyor. Osman Bey'e sormak lazım bunlar normal mi? Bunlar uygar bir ülkede normal mi? Dünyada tanınan 5-6 Türk'ten birine uygulanan bu yöntem normal mi diye bir sormak lazım Osman Yağmurdereli'ye. Mesela Madımak'la ilgili sorular soruluyor kendisine, konuyu Adnan Şenses'e getiriyor. Türkiye'yi son derece üzen olayların yaşanmasına, bunun bütün dünya tarafından utanılacak şekilde tanıtılmasını es geçerek, tavır koymalarına sinir oluyorum. Bu yüzden de gitmek istiyorum bazen gerçekten." şeklindeki ben-merkezci muhalefet, toplumsal gelişmeleri "kabilenin töreleriyle uyum sorunundan ibaret" gören muhalefetten ibaret kalmaktadır.

Gerçek iktidarı elinde bulunduran sermayeye, küresel sermayeye, silâhlı ya da silâhsız yerleşik bürokrasiye hiç değinmeden, derin devleti "abi, büyük abi, bey abi, ağabey, abuş, abişko" gibisinden abuk sabukluklara indirgeyip marjinalleştiren, sadece seçimle gelip seçimle giden sivil siyasetçileri ve onların seçmenlerini aşağılamayı yeğleyenler, "muhalif olmak" kavramının içini doldurmaktan çok uzaktırlar. Bekir Coşkun, Fazıl Say ve benzerlerinin siyasi duruşlarında algıladığım yüzeysellik, seçkinlerden medet uman kaba saba tutumlarının sivil toplum bilincinden çok kişisel diklenmeye dayanmakta olduğu açık; "Demokrasi, bilinçte aşağı-yukarı eşit insanların rejimidir. Bir toplumun çoğunluğu 'göbeğini kaşıyan adam' ise orada demokrasi olmaz, olamaz..." cümlesi ise, askerî darbeler de dahil olmak üzere, neleri göze alabileceklerinin göstergesidir. Buna karşın, şükrediyorsam, kabile törelerinin, Coşkun'un kemanının, Say'ın Nazım Oratoryosu'nun ötesine geçip, "tasfiye" istemi boyutlarına ulaşamamış olmasındandır.

Cem Karaca ne güzel söylemiş

Nitekim, Bekir Coşkun, "Ben, halkı asla küçük görmem." demek durumundadır; yetmez, adeta zenci düşmanı olmadığını ispatlamaya çalışan Alabamalının telaşını hatırlatır biçimde "Benim kadar halkın içinde yaşayan gazeteci yoktur. /Hatta/ Kaportacı Osman, Servet usta, döşemeci Sezai, köfteci Sait, Yavuz Gökmen ile ikimizin ortak dostlarıydı, hâlâ onlar kadim dostlarımdır." şeklinde acıklı bir savunmaya girişme ihtiyacını sergiliyor olması da bir tesellidir. "Ben yazları Urfa'nın Tülmen köyünde, kışları Sumeydanı'nda büyüdüm." demesine bakılırsa, kendisi de "hayatı ağanın, derebeyinin yahut muhtekirin elinde" olanlardandır ama "AKP'ye oy vermeyen yüzde 53'lük... aydın, ilgili, zeki, akıllı, uyumayan halk" cephesindendir, "bir köşeye sinmiş, tepkisiz, umursamaz, işitmez, duymaz, bilmez, öğrenmez... çağdaşlığı sevmeyen"lerden değil... "Büyük kentlerde her partiden, her yaştan, her meslekten, her görüşten, her kesimden milyonlar meydanlara dökülürken... Eski-şimdiki cumhurbaşkanları, üniversiteler, akademisyenler, yüksek mahkemeler, askerler, sivil demokratik örgütler 'endişelerini' dile getirirken... Dünya medyası 'Türk halkı siyasi İslam'a dur dedi' kanaatine varırken..." bildiğini okuyan, üstüne üstlük bir de seçim kazanan halktan hiç değil!

Sol muhalefet, hep iddia edildiği gibi sahiden de ezilenlerin ezenlere karşı bir silahı ise, sadece ve daima güçlü olduklarını sandıklarını eleştirmeleri, iktidar elitinin dışında kalanlara, değişimden yana ve sisteme karşı olanlara karşı takındıkları bu sol kisveli tutucu muhalefetin öznel kaynaklarını irdelemek durumundadır. "Eski-şimdiki cumhurbaşkanları, üniversiteler, akademisyenler, yüksek mahkemeler, askerlerle aynı dili konuşan" elitist sol muhalefet hangi baskıya baş kaldırıyor olabilir? Adnan Şenses'i ekrana babasının İstiklâl Madalyası ile çıkmaya zorlayan, Yağmurdereli'yi Madımak faciasıyla sıkıştırmaya kalkan "sol" muhalefet, hangi sahici olumsuzluğun karşısına dikilmeyi umabilir? "Bir yeni sahibi var artık bu şehrin anlasana/kimselerden korkusu yok," demişti bir şarkısında Cem Karaca, "Duvara astığın o çorapların sahibi geldi/Altına aldığın o kilimlerin sahibi geldi." demiş; köyü kente taşıyan "magandalar"a şöyle seslenmişti: "Sen ülkedeki halkım savaştaki askerim/Ekinim ve ekmeğimsin. Sen üretenimsin/Birisi söylemişti hatta bir zamanlar sen efendimsin/Ve bu Bizans eskisi şehir/Ve bu Bizans eskisi utansın kendi kimliksizliklerinden/Siz uğruna neler çektiklerimiz/Bana göre vallahi hoşgeldiniz." Rahmetle anıyorum.


Alev ALATLI

Kaynak: Zaman - 04/01/2008

Şimdiki Zaman Çekiminde Bir Mahkuma Mektup


Sana bu mektubu bir gece yarısında yazıyorum
azatlığın zirvesinde sohbete dalmış yıldızlar
zühre bir şarkı tutturmuş babilden kalan
zavallı dünya habersiz, zavallı dünya sağır
bir Harutla Marut birde ben dinliyorum
Derken kayıp gidiyor yıldızlardan birisi
Bir intikam fişeği gibi saplanıyor karanlığın karnına
Senin namına yıldızları kıskanıyorum
Kimbilir kaç ışık yılı uzakta öfkeyle kollarını çemriyor yalancı fecir
imanım gibi biliyorum vakit asılmak vaktidir
ve taksim gazinolarında trahomlu şairler
mısra arıyorlar masaların altında
kanını içiyorlar bilmeden cennet atlarının
ben yurdumun en sert tütününden bir sigara yakıyorum
dumanı ciğerlerime değil iliklerime çekiyorum
ne kadar ürkek ceylan varsa asya çöllerinde
domaniç yaylasında ne kadar dizginsiz at
başlıyorlar kılcal damarlarımda koşmaya
sıcak solukları yalarken anlımı toynaklarını hissediyorum alyuvarlarımda

sana bu mektubu evimin balkonundan yazıyorum
sağ elimi koyuyorum tam yüreğimin üstüne
çankaya yokuşunda söylediğimiz marşı duyuyorum
ulu kayalar parçalanıyor beynimin bir yerine
bir yerinde demirden dağlar eriyor
atlas yelkenli gemileri unutmuş bir kaç levent
viski kokulu bulvarlarda yavaş yavaş ölüyör
istediğin o seccadeyi hemen gönderiyprum
üstünde kabe resmi ve anamın duları var
ve bildiğin sebeplerden ben gelemiyorum
yine biliyorsun ki sevmedim ülküden başkasını
başı dumanlı dağları dolunayı ufukları
birde çankaya yokuşunda söylediğimiz marşı
önce Allah sonra genlerim şahit sevgimi
üçbinyıl sonra doğacak torunuma yolluyorum
trahomlu şairler doğruluyorlar masaların altından
parmakları fahişelerin karanlık saçlarında
benim kalemeimden kan değil süt damlıyor
geceler boyu böyle geleceği emziriyorum
kahrolayım sevmedim ülküden başkasını
birde seni çok seviyorum

Dilaver CEBECİ

Arvasi(k.s) hocadan...


"Düşman, karşısındaki güçleri parçalayarak, onları birbirine düşürerek, kolay yutulur lokmalar durumuna sokmak ister. Meselâ, sanki bir insan, hem dindar, hem milliyetçi, hem medeniyetçi olamazmış gibi, bu değerleri birbirine zıt programlar durumuna sokarak, hiç yoktan çatışan güçler meydana getirir. Bu oyunlarını, o kadar ustaca plânlarlar ki, tertiplerini anlamak için bazen olayların üzerinden elli veya yüz yıl geçmesi gerekiyor."

Bizim milliyetçiliğimiz


"Allah ve Resûlünü en çok sevdiği, yahut en çok seveceği, yahut da en çok sevmeye memur edeceği için Türkü sevmek, onun şahsî ve kavmî ruh hazinesini bu aşk zemininin üzerine serpiştirmek ve bütün zaman ve mekân boyunca bu ruhu geliştirmek, kalıplaştırmak, billûrlaştırmak ve maddeye nakşetmekten ibaret olan üstün milliyetçilik, ruhî muhteva dışı ırk ve kavim sebebine değil, ruhî muhteva içi ırk ve kavim neticesine bağlı o mefkûredir ki, usul ve sistemini de her millete veren, böylece darlık ve hasislik çemberini kıran, dünya çapında bir yenilik belirten ve hudut içinde hudutsuzluğa ulaşan büyük oluşun en gerçek yapıcısıdır." NFK


Gökkubbemizin büyük Türk sosyoloğu: Erol Güngör


“Her köşe başında rastlanan bir tip değildi; az konuşur, daha çok dinlerdi. Çokları onu Hindistan cevizine benzetirdi; dışı sert, içi özlü idi. Uzaktan bakan onu soğuk, biraz kendini beğenmiş zanneder; ama yakından tanıyan onun sıcak, samimi bir insan olduğunu hemen anlardı. Asistanlığı döneminde iki yıl Amerika’da kaldığından, dedesinden küçük yaşta Osmanlıca öğrendiğinden ayırım yapmadan, hemen hemen bütün klasikleri, seviyeli eserleri yercesine okuduğundan, hem Batı’yı hem de Türk-İslam dünyasını iyi bilirdi. Berrak , zarif, veciz bir üslubu vardı. Çok genç yaşta yazdığı kitaplarla, makalelerle, yaptığı tercümelerle bütün bilim çevrelerinin dikkatini çekmişti.” (Mehmet Niyazi ÖZDEMİR)

“Erol Güngör, sadece mesele çözen bir ilim adamı olarak görülmemelidir; bana göre onun ilmi şahsiyetinde asıl dikkate layık husus ‘mesele çözme usûlü’, meselenin algılanış tarzı, tahlile başlama noktaları gibi tamamen ‘epistemik’ alanlarda gösterdiği sadelik, soğukkanlılık ve vukuftur. İncelediği meseleye hem meselenin parçası olarak, hem de ‘dışardan’ bakmayı bilir; bu vasıflar ise ‘ilim adamı olarak insan’ ın gerçek kumaşını inşâ eder.” (Ahmet Turan ALKAN / Doğu Batı. Üç aylık Düşünce Dergisi. Sayı: 11, Araftakiler)

“Onu sonsuzluğa uğurladığımızdan bu yana geçen uzun yıllardan sonra, “acaba Selçuk Üniversitesi rektörlüğünü kabul etmese miydi?” demekten kendimi alamıyorum. Yeni kurulan, üstelik birimleri birkaç ile dağıtılmış olan bir üniversitenin büyük sorunlarını, hem de evinden ve çocuklarından uzakta yaşayarak, çözebilmek için gösterdiği insan üstü çabaların Onu hem fikren hem de bedenen yıprattığını; bunun da ömrünü kısalttığını düşünüyorum. Bu düşüncemin, hâşâ, Tanrı'nın takdirine karşı olmaktan değil, Onu daha uzun yıllar aramızda görmek dileğinden kaynaklandığını belirtmeliyim.” (Prof.Dr. Necmeddin Sefercioğlu)

“Binlerce insanın cenazesine katıldığı ve yıllar geçmesine rağmen binlerce insanın hala yâd ettiği, eserleri ve hayatı ile bir o kadar insanı etkilemiş ve etkilemeye devam eden Erol Güngör gibiler kaç tanedir. Tahta sopalı demirden adam kaç tanedir. Onunla, hakiki evladı ile vatan toprağı bir kat daha değer kazanmıştır. O, öbür dünyada amel defteri kapanmayanlardandır. Dünyada kırk beş sene yaşadı. Ancak, ruhaniyeti ve fikirleri gönüllerde ve beyinlerde bilmeyen ne bilsin bizi bilenlere selam olsun dercesine asırlarca daha yaşacaktır. Mekânı cennet olsun vesselam…” (A.Rahmi Şeyhoğlu)