“Karanlığa küfretmektense bir mum da sen yak”

30 Ocak 2008 Çarşamba

"Türk Mayası"

"Zaman geçtikçe meydana çıkıyor ki o tumturakdan, âlâyişden (gösteriş), böbürlenmekden âzâde yaşayan Türk milliyeti demirden bir kitleymiş. Türk memleketinin asıl sırrı Türk’deymiş. Arnavud’u, Çerkez’i, Kürt’ü, hâkim ve metîn bir millet kitlesi eden Türk mayasıymış. Bugün Rumeli’de bilfiil meydana çıkan netice isbat etti ki Türk, bu devletin Müslüman unsurlarını birleşdirmek için Allah tarafından bir mevhibe (bağış) imiş. O giderse Arnavudlar, Kürtler, Çerkezler çil yavrusuna dönerlermiş. Bugün Arnavudlar ne bir ordu, ne bir müessese, ne bir idâre şebekesi vücuda getirebiliyorlar. Bir zaman Türk idaresinde ferdî kaabiliyetle o kadar büyük adamlar yetişdiren bu unsur, kendi başına kalınca şaşırdı. Arnavudluk’da âciz, Sırbistan’da ise irâde-i cüz’iyesine bile sâhip değil. On üç senede Türk’ün büyük millet olduğunu anladık, zaman geçtikçe daha ziyâde anlayacağız zannediyorum. Uyandık, lâkin karanlıkda uyandık."[1]

Yukarıdaki satırlar 1921 yılında Yahya Kemal tarafından kaleme alınmıştır. O yıl Yahya Kemal’in baba yurdu Üsküp’e yaptığı ziyarette, karşılaştığı Üsküplü bir genç tarafından söylenmiş sözlerdir bunlar. Tarih "ibret alınırsa" tekerrür etmez. İbret almak için de bazı olayların tekrar tekrar hatırlatılması lâzımdır. Bizim son iki yüz yıllık tarihimiz, defalarca okunsa ve üzerinde düşünülse yeridir. Biz, günümüzde bu son iki asrın izdüşümlerini görüyoruz, o zaman aralığında meydana gelen olayların etkilerini hissediyoruz.

Rahatsızlıklarımızın pek çoğunun kaynağı, bu son iki asırdadır. 93 Harbini (1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı) bir tarafa bırakın. İkinci Meşrutiyet sonrasını mutlaka satır satır tekrar okumalıyız. 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile Osmanlı’dan koparılan Kırım’ın elden çıkışı bize pek büyük bir uyarı olması gerekirken, maalesef bu kadim Türk yurdunun elimizden alınışında uygulanan taktik, daha sonraki yıllarda Balkanlar ve Arabistan için de uygulanmaya başlanmış ve her seferinde vücudumuzdan bir organımız koparılmıştır. Biz bu kötü gidişe ancak Millî Mücadele ile dur diyebildik. Ne yazık ki bu mucizevi kahramanlık destanını bile gençlerimize anlatmayı başaramadık. Sadece kuru, ruhsuz nutuklarla yetindik. Halbuki pek çok film ve belgesel, müzik eseri onu bizim ruhumuza kazımalıydı. Tarihle sanat ve edebiyatı buluşturamadığımız sürece, hafızamızı başka medeniyetlerin eserleri şekillendirmeye devam edecek.

Osmanlıdan ayrılan ve günümüzde ayrı birer devlet olan eski "eski vatan"da yaşayanlar, bütün zenginliklerini ve huzurlarını Batılılara sunuyorlar. Bütün parçalandığından beri, o toprakların bir karışında bir dakikalık huzur anı gerçekleşmedi. Kırım, Arnavutluk, Bosna, Kosova, Bulgaristan, Irak, Suriye, Lübnan, Arabistan, Mısır, Libya, Fas, Cezayir, bir zamanlar içine doğdukları Osmanlı Barışı’nı bir rüya âlemi gibi hatırlıyorlar. Bu parçalanmışlıktan istifade edenler İtalya, Fransa, İngiltere, ABD başta olmak üzere Batılı devletlerdir. Onların petrolleri, doğalgazları, altınları, elmasları velhasıl bütün zenginlikleri Batı Medeniyetinin gıdası oluyor.

Son oyun Kürtler üzerinde oynanıyor. 1991 yılında Saddam’ın yaptığı katliamdan kaçan 400 bin Kürt, kardeşleri olan Türkiye’ye sığındı. Türkiye aylarca bu mazlum insanları ağırladı. Ekmeğini onlarla paylaştı. Halbuki biz de ekonomik krizler içindeydik. Sıkıntılarımız vardı. Ama sahip olduğumuz tarih şuuru bize o kardeşlerimize yardım etmemiz, onlarla varımızı paylaşmamız gerektiğini söylüyordu. Biz de paylaştık.

Dünya devletlerinin de bu faciaya uğrayanlara yardım etmesi gerekirdi. Birleşmiş Milletler ve bugün Kuzey Irak’ta fink atan pek çok kuruluş o zaman da vardı. Hiçbiri kıllarını kıpırdatmadılar. Çünkü onlar için Türk, Kürt, Arap, Acem önemli değildi, bunların üzerinden kaç varil petrole sahip olabilecekleri önemliydi. Kürt davasının hâmisi Fransa, Madam Mitterand’ın hümanist Fransa’sı, 400 bin kişilik bu facia karşısında duyarsız kalamadı. Yurdundan ayrılmak ve Türkiye’ye sığınmak zorunda kalan 50 (yazı ile elli) Kürt mülteciyi Fransa’ya götürüp bakımlarını yapmak âlicenaplığını (!) gösterdi. Geriye kalan 399.950 Kürt mülteci, Türk topraklarına ve Türk’ün şefkatli kollarına sığındı. Ama Türk’ün yaptığı bütün iyilik ve fedakârlıklar gibi bu da unutuldu. PKK güdümündeki bir kısım insanlar Fransa’yı dost, Türkiye’yi düşman bildiler.

Kırımlı romancı Cengiz Dağcı ve Polonyalı eşi Regina yaşamakta oldukları Londra’da Türk’ün bu şefkatini çok iyi gördüler. İşte onların 1991 yılı izlenimlerini anlatan satırlar:

" Çukurca’nın sarp yamaçlarında yavrularını gömen gözü yaşlı Kürt babalarına bakarken, 1944 yılının baharında bizim babalarımızın bizim Çukurcalı yavruların körpe cesetlerini sürgün trenlerinin katar vagonlarından demir yolların kenarına attıklarını görür gibi oluyorum.

Ama Regina ağlıyor. Sessizce. İçin için. Gözlerinde yaşlar var Regina’nın. Nasıl ağlamasın, onun da kendi tragedyası var. Televizyonun ekranındaki görünümde ateş içine bırakıp çıktıkları yüz binlerce Varşovalının toplama kamplarına yürüyüşlerini görüyordur belki.

Ekranda bir Türk askeri. Tüfeği boynuna asılı askerin. Kucağında kıvırcık saçlı bir Kürt yavrusu. Sarp bayırı tırmanıyor asker. Dikkatlice. Arada ayağı kayıyor. Arada dizleri üstüne düşüyor. Her düştüğünde daha bir sıkı bastırıyor yavruyu bağrına asker. Regina bakışlarını ekrandan yüzüme çeviriyor, elimi tutuyor; sonra öbür eliyle gözlerinde biriken yaşları siliyor ve silerken:

Dünya Türk’ün insancıl yanını bu görünümde görmezse, başka hiçbir yerde ve hiçbir zaman göremez, diyor."[2]

Batı ölümü yardım gibi göstermeyi çok iyi bilir. Amerikalılar, Kızılderili kabilelerini yok etme eylemlerini sürdürürlerken, bir yandan da yardım etmeyi de ihmal etmezler. Zavallı Kızılderililer üşümesinler diye, onlara battaniye dağıtırlar. Beyaz adam, Kızılderilileri soğuktan korumak için seferber olmuştur. Ne büyük insanî hassasiyet… Yalnız ufak bir ayrıntı vardır: Battaniyelere çiçek mikrobu bulaştırılmıştır. Soğuktan korunmak için battaniyelere sıkı sıkı sarınan Kızılderili, bir süre sonra çiçek hastalığına yakalanmakta ve ölmektedir. Batının, ABD’nin kendilerine ısınmaları için battaniye dağıttığını düşünenler, onlara sarılmadan önce bir kontrol etseler iyi olur. Zira sonunda Kızılderili kabileleri gibi Amerikan jiplerine marka olmak tehlikesi de mevcuttur. Batılılar insancıldır. Bir topluluğu yok ederler, ama onların hatıralarını yaşatacak isimlerini ürettikleri mallara vermek yüceliğini de gösterirler.

Elbette bunları Kürt kardeşlerim için yazıyorum. 1000 yıldır bir arada yaşayan insanlar, köken itibariyle de birbirleri ile iyice karışmışlardır. Etle tırnak gibi ayrılmaz hâle gelmişlerdir. Devletin yanlış uygulamalarından kaynaklanan birtakım olumsuzluklardan sadece Kürtler değil Türkler de etkilenmişlerdir. Tarih boyunca Anadolu’da görülen isyanlardan pek çoğu Türkmenler tarafından çıkarılmıştır ve bunların bastırılması sırasında pek çok ölüm meydana gelmiştir. Celali isyanlarını ve Kuyucu Murat Paşayı hatırlayalım. Devlet, "Bu isyan edenler Türk’tür, sesimizi çıkarmayalım." dememiştir. Böyle bir başkaldırı nereden gelirse gelsin, cevabını vermiştir.

Önemli olan bizim, birliğimizi bozmak isteyenlerin amaçlarını anlamamızdır. Devlet içindeki aksaklıklar mutlaka düzelir. Ama birliğimizi bozarsak, elimizde aksaklıklarını düzeltecek devlet de kalmaz. Devletsizliğin ne demek olduğunu, ikide bir " Türkiye’de şu kadar sayıda etnik unsur var." diyenlerin dillerine doladıkları Arnavutluk, Bosna, Bulgaristan, Yunanistan, Kırım ve Kafkasya göçmenlerine sorunuz. Onlar, başlarında kendilerini koruyacak bir devlet kalmadığı için kendilerine yakın buldukları Türkiye’ye sığındılar. Tıpkı Irak’taki 1991 katliamından kaçan 400 bin Kürt gibi…

[1] "Karanlıkda Uyanan Biri", Çocukluğum, Gençliğim, Siyasî ve Edebî Hâtıralarım, İstanbul 1973,s. 50.

[2] İsa Kocakaplan, Kırım’dan Londra’ya Cengiz Dağcı, İstanbul 1998, s. 40-41.


İSA KOCAKAPLAN

Kaynak: haberakademi.net

Hiç yorum yok: