“Karanlığa küfretmektense bir mum da sen yak”

30 Ocak 2008 Çarşamba

Şedît bir gitme ihtiyâcı ve vedâ iştiyâki…



yorgunluk kuyusundan
yükselir çıkarız.
içimizdeki zinde güçler,
çatık kaşlı baylar,
beklerler ki,
güçsüz düşsün çocuklar…
(Kafka)

Nicedir şedît bir gitme ihtiyacı içindeyim.; nereye olduğunu bilmeden bir vedâ iştiyâkı aynı zamanda bu… İsteyenler firar da koyabilir aslında bunun adını; mâkûl ve meşrû ve en mühim ve müessir olanı, nice esbâba müteallik bir gidiş, bir firar; belki bir geri dönüş, tersinen bir hicret belki…

Nereye gitme, nereye firar ve nerelere, kimlere vedâ, nerelerden, kimlerden kaçış? İşte bu soruların cevaplarını ‘yazmamak için’ başladım aslında yazıya; yazmak ama bu arada yazmamak için… Sizin anlayacağınız efendim, gitmek istemelerimin ve vedâ iştiyâkımın esbâbı arasında zikredilebilecek en mühiminden bir his, zihnimde esen muhalif rûzigârlar ve tersine bir hicret olsa gerek… Bu gemlenemez muhalif rûzigârlar ve tersine hicret hissi, daha evvelce inşâ olunan her ne var ise, onları vurup bir kasırga gibi, hâk ile yeksân etmektedir…

‘Bu ülke’, külliyen istisnâ bir teşkil etmektedir. Yani, en rakik duyuşlardan, hissedişlerden, en kaba, en kesif sosyal teorilere kadar hiçbir kalb-i sâlimin ve hiçbir akl-ı selîmin ihata edemeyeceği bir intizamsızlık hüküm fermâ bu ülkede… İnanmanın güçleştiği, inanma duygusunun zedelendiği yerler buralar artık… Mütemâdiyen çalışan, dönen bir törpüye tutulmak gibi bir şey… ruhlarımız, hissiyâtımız, ümitlerimiz, belki hepsinden mühimi zamanımız planyaya tutulmuş bir bütünden toz zerrecikleri hâlinde yerlere saçılıyor… Nihâyetinde nemli bir talaş yığınına dönmüş, fukara sobalarında yanmaktan bile âciz toz zerrecikleri… Aslında nemli bir kâğıt tomarı demeliydim; yavaş yavaş küf kokmağa başlayan, üzerindeki yazıları okunmaz hâle gelen bir kâğıt tomarı… Oysa neler yazıyor o nemli kâğıt parçalarında!.. Koskoca bir neslin trajedileri, ümitleri, hayalleri, idealleri… birbirine geçmiş nice ömrün mahrem ve müstear dramları…

İnanma duygularımın târûmar olduğu demleri çekiyorum içime… Dedelerimin ruhumda açtığı sürgün ve göç yaralarının kanatıyorum, benden öncekilerin acılarını da üstlenmeye, sırtlanmaya, hepsini çekmeğe mahkûmum; yine ve yeniden …

Ve’l-hâsıl olmuyor…

Sakil.. sakîm.. savruk kalıyor her şey.. Bendeniz ‘nerede bulunduğum’ ve daha mühimi ‘niçin burada bulunduğum’ sualleri karşısında tamâmen âciz kalıyorum ve dahi zihnî/kalbî teşevvüşe giriftarım.. Galiba en sunturlusundan ‘tutunamamak’ dediği buydu Oğuz Atay’ın… Köklerinden kopmak, bir polen gibi rûzigârın önünde savrulup başka topraklara düşmek, lâkin ‘tutunamamak’…

Nice esbâba müteallik bir gitme ve firâra dair neler yazmalıyım ki, aslında yazmamış olayım. İşin en netâmeli tarafı da bu zaten. Bunları ancak demek isteyeceğim, kimler anlayacak, kimlerin anlamasını istiyorum; hiç kimse anlamasa bile yazmalıyım; çünkü bir gün anlayacak olanın gelme ihtimâlini hep canlı tuttum içimde… Niçin ağzımda eveleyip geveliyorum, açık açık yazmıyorum? Bu hususta tenkide kapalıyım, zorluğunu yazan biliyor!

Aslında gitmek yerine ‘uzaklaşmak’ demeliydim belki de. Bir ‘uzak duruş’tan söz açmalıydım. Önce kendimden uzaklaşmak, sonra gelsin sıradaki… Bütün bunların bir ‘içe çekilme’ olduğunu yazmalıyım, bir ‘içe çekilme’ yani, sükûta… Artık susma zamanının geldiğine inandığıma göre, ‘bir zamanlar ne kadar da fazla lâf etmişim’ diye hayıflanabilirim… O zamanlar çok şey biliyormuşum demek ki! Şimdi ise ne kadar az şey bildiğimi bildiğim gibi ve bilmenin acı çekmek demek olduğunu bilmek gibi…

Sıkı sıkıya merbût bulunduğum kimi kavramların artık bana olan râbıtası pamuk ipliğinin mukavemeti kadar… Bir nefeslik bir rûzigârın koparıp atabileceği bir mukavemet veya bir iç çekişin… Bir ömrün, nice ömürlerin fedâ edildiği kimi kavramların artık tamamen tedâisiz kaldığı ve hâliyle hissiyâtımın cûş u hûrûşa erdiği bu demde, maalesef bendeniz lâl olmuş ve öylece kalmış, ancak hazin ve gümrah feryatlar koparan bir bî-çâreyim… Kime, kimlere ulaşır bu feryatlarım; meçhûl! ‘Meçhûl neresidir ve orada bizim için neler söylenir’ diyordu şair… Kimlere muhavvel kılmak istiyorum bu satırları? Kim bilir, belki de en aklî olanı, yalnızca bu satırları ardımda bırakmak istiyorum, o kadar, en azından kendi tarihime kayıt düşmek istiyorum, bana şâhitlik etsinler istiyorum…

Victor Hugo’nun, ‘Sefiller’ adlı romanındaki Mabeuff Baba’yı hatırladım şimdi: ‘İnsanoğlunun anayasa gibi, cumhuriyet gibi, krallık gibi ham hayaller yüzünden birbirine düşman kesilmelerini’ anlayamayan Mabeuff Baba’yı. ‘Dünyada seyredilecek o kadar çok çiçek, o kadar çok ağaç var ki’ diyen Mabeuff Baba’yı… Biliyor musunuz, Mabeuff Baba da, ‘Sefiller’ isimli romanda cumhuriyetçi olduğu için öldürülüyordu, ne hazin değil mi?

Bendeniz bu ânda en mânidâr vechesi ile ‘hicret’i düşünüyorum; zihnî bir hicreti; kelime mânâsından ibâret hicreti, dinî anlamına atıf yapmaksızın ve ilgi kurmaksızın… Günlük hâdisâtın zâhirî sâikleri bir yana bırakılırsa, başlı başına bir ‘uzaklaşma’nın, ‘uzak duruş’un ve belki bu nispette bir yakınlaşmanın peşinde bir hicretten söz etmeğe çalışıyorum… Ait olduğum yerlere, toprağın altından söküp çıkarabileceğim köklerime tutunmak istiyorum… Beni oraya gerisin geriye götürecek, beni sarıp sarmalayacak, ruhuma hayatî bir nefes gibi çekeceğim ve o nefesle öleceğim bir rûzigâr bekliyorum… Ne dersiniz, eser mi o rûzigâr bir gün. Bendeniz bekliyorum…Belki o zaman böyle verimsiz ve böyle mânâsız olmaz hiçbir şey…

Adnan İSLAMOĞULLARI

Hiç yorum yok: