“Karanlığa küfretmektense bir mum da sen yak”

27 Mart 2008 Perşembe

Bekamız ve Milliyetçi Hareket

Milliyetin iki esası vardır; birisi psikolojik, diğeri sosyolojiktir. Napolyon, Korsikalıdır. Gençliğinde Fransa’ya karşı ayrılıkçı hareketlere katılmış; hatta onu ordusuna alması için Osmanlı’ya başvurmuştur. Kesinlikle Fransız değildir; büyük bir ihtimalle Arap yahut İtalyan’dır. Sonradan kendisini Fransız kabul etmiştir; kimsenin ona "Sen Fransız değilsin" demeye hakkı yoktur. Stalin, Hıristiyan Gürcülerdendir; fakat kızına "Svetlana" adını koyacak kadar Rusluğu benimsemiştir. Oğuz Han’ın torunu "Ben Türk değilim" diyorsa, hiç kimse "Sen Türksün" diye onu zorlayamaz. Ama genellikle psikolojik boyut, aidiyet şuuruna temel oluşturan sosyolojik boyuta bağlıdır.

Batı’da amaç itibarıyla iki türlü bilim vardır; birine saf veya katıksız bilim (rein wissenschaft), diğerine politik gayeli bilimler (politische wissenschaft) denir. Sosyal bilimler söz konusu olduğunda farklı amaçlı bu temayüllerin sınırlarını çizmek hemen hemen imkânsızdır. Saf bilimler bir art niyet taşımadan yapılır; hasbidir; merak saikine dayanır. Politik amaçlı bilimlerin ise doğru olmaları gerekmez; üretenin menfaatine hizmet etmesi asıldır. Son dönemimize bu açıdan bakınca çok ilginç hususlarla karşılaşıyoruz. Mesela 1990’lı yıllara kadar Avrupa’nın çeşitli üniversitelerinde Kürtlerin tarihi, sosyal yapısı, dili hakkında dokuz yüz civarında doktora tezi yapılmıştır. Bu tezlerin yüzde 93’ten fazlasının Rus ve Ermeniler tarafından yapılması bizleri düşündürmelidir. Akdeniz’e inmek isteyen Rusya, önünde duvar misali duran Türkiye’yi parçalamak için her yolu deniyordu. Ermenilerin Doğu Anadolu’ya dair iddiaları da herkesin malumudur. Sovyet Rusya’nın çatırdamasıyla rahat bir nefes alan Avrupa ülkeleri, Ortadoğu’ya yerleşme hesapları yapmaya başladılar. Onların önündeki en büyük engel de Türkiye idi. Tehir edilmiş mesele kabul ettikleri hesaplarını bir kez daha öne çıkardılar. Dünyanın meşhur ansiklopedileri kabul edilen Larousse, Britannica ve Brochaus’a bakınca ülkemiz hakkındaki niyetlerini açıkça görüyoruz. Bu ansiklopedilerin 1950’li yıllara kadar olan baskılarında Kürtlerin ya Turanî bir kavim yahut da Türklerin bir boyu olduğu yazılıdır. Fakat daha sonraki baskılarda Kürtlerden ayrı bir millet olarak söz edilmeye başlanmıştır.

Ülkemizde hiçbir parti netameli hale gelmiş konulara bulaşmak istemez; süper devletlerin gücünü, kaybedecekleri oyu hesap ederler. Sıradan bir Kürt vatandaşı haklı olarak tarihini bilmek ister. Terör örgütü söylendiği gibi bir kurtuluş savaşı veriyorsa yanında yer almamakla yanlış yolda mıyım, sorusunu kendisine sorar. Bu karmaşıklığı gidermek için Kürtlerin tarihine dair ana kaynakları yorum yapmadan ortaya koymak gerekir ki okuyup kararlarını kendileri versinler.

Balkanlarda araştırmalar yapan kıymetli bir doçent, yakınlarda izlediğim bir söyleşisinde "Gora Türkleri" hakkında kitap yazdığını; Goralıların köken olarak Peçeneklere dayandığını söyledi. Herhalde eski tarihimizle pek fazla meşgul olmamış. Gorlar, Hunların en büyük boyudur. İbn-i Haldun Mukaddime’sinde uzun uzun Gorlardan bahseder. 1590 yılında yazılan Şerefname’de Gorların Kürt oldukları belirtilir. Fatih’in müderrislerinden Molla Gürani (Goranî)’ye bu lakap Kürtlerin en büyük kolu olan Gorlara mensup olmasından dolayı verilmiştir. Kürtlerin menşeini ele alan ve kendisi Kürtlerin meşhur müderrislerinden olan İdris-i Bitlisî Hazretleri de "Heşt Bihişt" adlı eserinde Kürtlerin Turanî olduğunu belirtir.

Kimsenin kimseye milliyet tayin etmeye hakkı yoktur. Herkes kendi kararını kendisi vermelidir. Ancak kararın verilmesi için gerekli zemini araştırmacılar hazırlar. Bunun için, Kürtlerin tarihine dair ana kaynaklar tercüme edilip ortaya konmalıdır. Şerefname, Heşt Bihişt, Yenisey Abidelerindeki "Ben Kürt beyi Alp Urunga" diye başlayan bölüm tercüme edilmelidir. Eski tarihimizin ana kaynağı olan De Groot’un "Die Hunnen" kitabını, Lui Matsui’nin, Rasonyi’nin, Fritz’in eserlerini dilimize kazandıralım. Nasıl ki Batı Türklerinde Kayıhan, Oğuzhan adları kullanılıyorsa Doğu Türklerinde Kürt kelimesinin çocuklara ad olarak verildiğini bilelim. Bunları yapmak bir insanın gücünü aşar; ekip gerektirir.

Genellikle partiler için iktidar amaçtır; fakat Milliyetçi Hareket bakımından araçtır; asıl olan vatan ve millettir. Maliyeti ne olursa olsun emperyalizme göğüs germek onun görevidir; varlık sebebidir. Kimsenin kimseye güveninin kalmadığı bir ortamda yaşıyoruz. Bunun için yapılacak çalışmalarda karşılıklı sayfalarda orijinal ve tercüme birlikte yer almalıdır. Buna inanmıyorum denemez. Bu gerçeklere rağmen de bir kimse "Ben Türk değilim" derse, ona bir şey yapılamaz; sadece saygı gösterilir. Fakat sözünü ettiğimiz yolla büyük kitlelerin aldatılmasının önüne geçilecektir.

Mehmet NİYAZİ / haberakademi

12 Mart 2008 Çarşamba

Türk Birliği Üzerine Çok Konuşulacak Bir Söyleşi

- Hocam siz Avrasyacılık üzerine çalışmalar yapıyorsunuz. Avrasyacılık hakkında ne düşünüyorsunuz?

- Teorik açıdan Avrasya birliği düşüncesi bilimsel olmayan bir kuramdır. Bu yorumculuk teorisi sadece Avrasya birliğinden ibaret değildir. Bu konuyla ilgili çok genel bir teori vardır. Fakat benim bu konuyla ilgili kalıplaşmış bir fikrim yok. Genellikle Avrasyacılığı bilimsel bir kuram olarak kabul etmiyorum. Fakat pragmatik açıdan tamamıyla temelsiz bir şey değil.

- Doğrudan bir Türk birliği yerine niçin Avrasyacılık sürekli gündeme getiriliyor?

- İşte bunun sebebi güçten yoksun olmadır. Bunun başında Çin tehdidi geliyor. Şu anda Orta Asya Devletleri için başta Kazakistan ve Kırgızistan olmak üzere ne Rusya ne ABD büyük tehdit oluşturmuyor. Stratejik konumu nedeniyle yanı başlarında olan Çin; Rusya ve ABD'ye göre daha büyük bir tehdittir. Bu güç bir gün bizi yıpratabilir iddiaları vardır. Hatta bu iddialar sadece Kazakistan için değil Rusya için de geçerlidir. Şu anda Rusya'nın uzak doğusundaki bazı ilçelerinde Çin nüfusu vardır hemen hemen yarısını Çinliler oluşturur. Bunlar Çinli kaçaklardan ibarettir. Çin orayı yavaş yavaş eline geçiriyor.

- Rusya için de mi bir tehdit oluşturuyor?

- Evet Rusya için de Türk dünyası için de Çin ortak bir tehdittir. Çin tehdidinin tarihsel temelleri vardır. Mesela Çinlilerin iddiasına göre Cengiz Han İmparatorluğunun kurulduğu topraklar onlarındır. Urallara kadar buralar Çinlilerin olmalıyken başkalarının olmuştur.

- Çinliler bu iddialarını resmi düzeyde dile getiriyorlar mı?

- Hayır, ama okullarda bunu böyle öğretiyorlar, şimdilik devletlerarası ilişkilerde dile getirilmiyor. Çinlilerin bu iddiaları nedeniyle hem Orta Asya Devletleri hem de Rusya ortak düşman haline gelmektedir. Bu mesele en çok Türk dünyası için önemlidir. Çünkü Rusya hala dünya çapında bir süper güç konumundadır. En azından hala bir nükleer silahları var, bu nedenle süper güç olma imkânı vardır. Yani kendi imkânlarıyla bir müdafaa yapabilir ama ne Kazakistan ne de diğer Orta Asya devletlerinin gücü maalesef böyle müdafaa yapamazlar, o güçten mahrumlar. Şöyle ki onları gerektiği zaman savunabilen bir başkasına muhtaçlardır. Bu savunabilen güç iki tane olabilir. Bunlar: Çin'e eşit ve Çin'den güçlü olan Rusya ve Amerika. Türk dünyası içinde maalesef böyle bir devlet yok. Şu anda Türkiye Ortadoğu çapında güçlü bir devlettir ama dünya çapında bir süper güç değildir. Nükleer silahları yok. Bu yüzden Çin'den korunmak için Kazakistan Türkiye'ye değil Rusya'ya yaklaşmak zorundadır. Ayrıca, diyelim ki Kazakistan Çin tarafından işgal edildi. Bu durum Rusya'nın hiç işine yaramaz. Amerikalılar ise bunu belirli şartlar altında kendi çıkarları yönünde değerlendireceklerdir. Ama Rusya için aynı şey söylemek zordur, çünkü bu Rusya için de çok tehlikelidir. Bu yüzden Rusya'nın Orta Asya devletleriyle ciddi ve güvenilir ilişkiye girmesi lazım Çin'e karşı. Ama Orta Asya devletleri mandaterlikten kurtulmuş olmasına rağmen henüz Avrasyacılık gibi bir oluşuma hazır değil. Henüz güçsüzler. Bu yüzden Rusya ile işbirliğine başta Kazakistan olmak üzere çok büyük önem vermek zorundalar. Tabiî ki Türkiye tüm bu gelişmelerin dışında kalamıyor, şu veya bu şekilde bu yeni oluşumlara katılmak zorunda. Son yıllarda Türkiye'de Avrasyacı düşünce yaygınlaşıyor.

- Rus Avrasyacıları Türkistan halklarını nasıl görüyorlar?

- Bu coğrafyadaki Hıristiyan olmayan insanların dinlerine karşı yanlış algılamaları var. Mesela İslamiyet'e bilinçsiz Ortodoksluk diyorlar. Yani inandıkları bilinçsiz bir şey olsa da inandıkları Ortodoksluğa benzer bir şey olarak bakıyorlar. Bu açıdan Ortodokslaşmamızı da hayal ediyorlar. Klasik Rus milliyetçiliğinden de o kadar uzak değiller.

- Klasik Avrasya modelinde Türkiye'nin yeri var mı?

- Hayır, Türkiye'nin hiçbir rolü yok. Klasik Avrasya birliğini sadece Türk halklarıyla düşünmek yanlıştır. Çünkü Klasik Avrasyacılık ideolojisinde sadece Türkiye için değil, Doğu Slav dünyası dışındaki Slavlar için de değerlidir. Avrasya kavramı onlar için sadece etnik bir kavram değil, daha çok jeostratejik bir kavramdır. Yani yaklaşık olarak eski Rusya İmparatorluğu ve Cengiz imparatorluğu topraklarını içeren bir kavramdır. Onlara bu göre bu coğrafyanın bir doğal birliği vardır. Eğer haritaya dikkatle bakılırsa, Ural dağlarının iki tarafında aynı tabiatı görebiliriz. Şuna alıştık ki biz Ural dağlarından Asya ve Avrupa'nın sınırı geçiyor. Coğrafya kitaplarında bu sınırın Ural dağlarından çizilmesi çok önemlidir. Tabii coğrafyacıların akıllarındadır böyle bir şey. Bu daha çok Rusya'nın ya da Beyaz Rusya'nın batı sınırından geçiyor; yani Polonya'nın koltuklarından başlayarak batı Avrupa tabiatı açısından ayrı bir bölgedir. Rusya'nın Avrupa kısmı ayrı görünse de aslında tabiat açısından aynıdır. Ural dağlarının her iki tarafında aynı bozkır, aynı orman, aynı tundra iklimi görünmektedir. Bu açıdan doğrudur. Aynı zamanda Avrasyacılar buna ek olarak jeosiyasi bir birliğin de olduğunu kabul ediyorlar. Yani Rusya İmparatorluğu; onlara göre Bizans'ın varisi olmaktan ziyade, Cengiz Han İmparatorluğunun varisidir. Yine jeostratejik açıdan bu o kadar saçma bir fikir de değil. Avrasya kavramı sadece etnik bir kavram değil. Türk-Slav birliği de değildir. Yani sanıyorlardı ki bu Avrasya'nın temel unsuru Slavlar; yani Ruslar, bir de Turanlı kavimler; Ural-Altay dillerini konuşan bütün halklar, tabiî ki başta Türkler.

- Avrasyacılık genellikle kültürel boyutuyla ele alınıyor. Mesela "biz yüz yıllardır Slavlarla Türkler birlikte yaşadık. İşte Ruslar olmadan Türkler, Türkler olmadan Slavlar eksiktir; kültürleri, her şeyleri bütünleşmiştir" diye bir anlayış var.

- Belki yüzde yüz geçerli değil ama karşılaştırmak için bir örnek vereyim. Mesela Türk Uygarlığıyla Yunan Uygarlığını ele alalım. Bir yandan Türkler, Yunanlılar, Rumlar yüzyıllar boyu bir siyasi gücün içinde yaşandılar. Türkler ve Rumlar aynı devletin içinde birlikte yaşadılar. Tabii iki kültür arasında üçüncü bir etkileşim oldu. Mesela ben Yunanistan'a gittiğim zaman, Yunanistanlıların Türklere ne kadar benzediklerini görünce şaşırdım. Tipleri, müzikleri, yedikleri aynı. Yani yaşam biçimlerini esas alacak olursak Türklerle Yunanlıların aynı millet olduklarını kabul etmek zorunda kalacağız. Çünkü beraber yaşama deneyimi, kültür ortaklığı var. Hem de Bizans ve Osmanlı'nın arasında belli bir jeostratejik varislik münasebeti de vardır. Aslında Osmanlı'da dış hatları da yakalayarak Osmanlı unvanları içinde Kayseri Rum unvanı vardır. Bizans'ın kendi adına varisleri olduğunu kendileri bile kabul ediyor.

- Türkiye'nin batıya olsun Amerika'ya olsun aşırı derecede ve her anlamdaki bağlılıktan doğan bir alternatif vardır. Yani bu bağımlılığı zayıflatmak için çok yönlü alanlara kayma vardır. Mesela tek alternatif batı değildir diye. İran vardır, Araplar vardır, Rusya vardır, Çin vardır. Yani doğuya da yönelirsek bağımlılığın azalacağını, Batının tek alternatif olmadığını, aşırı derecede bir batılılığa karşılık Avrasyacılık alternatifi de Türkiye'de genelde ele alınıyor.

- Bence şu önemli hakikat gözden kaçırılıyor. Türkiyeli Avrasyacılar Türkiye'nin Rusya'yla Orta Asya üzerinde stratejik işbirliği yapabileceğini umuyorlar ve bunu umarak çok açık bir ayrıntıyı kaçırıyorlar ki Türkiye ile Rusya arasında Orta Asya'da aşırı bir rekabet bulunuyor. Bir kişiden duydum ki: ‘Evet biz bunu sonraya bırakırız. Şu anda ortak bir düşmanımız var: Amerika. Şimdi ona karşı birleşeceğiz, Türk dünyası üzerine rekabet çıkarsa o da gelecekte çıkar.'

- Bunu kim söylüyor? Türk mü? Rus mu?

- Bunu belirtmeyim, üzgünüm ama bir Türk. Bu konuda onun hata yaptığı nokta şu. Türk ve Rus rekabeti çok önemlidir. Eğer bu rekabet sadece ekonomi alanında olsaydı, meslektaşım haklıydı. Mesela Amerika, Rusya gibi devletlerin Orta Asya üzerindeki rekabeti ekonomik değil. Bu Orta Asya toplumlarında şu anda kalıplaşmakta olan ulusal bilinçleri üzerindeki rekabettir. Yani bu coğrafyadaki Türk topluluklarının, yani Türk milletinin diyorum. Çünkü ulusal kimlikleri daha yeni kalıplaşmaya başlıyor. Bu yüzden Türkçü bir yönde mi kalıplaşacak, yoksa Rus'a mı yakın olacak, Avrasyacılığa mı yakın olacak, tek başına millet olma yönünde mi kalıplaşacak meselesi gelecekte önümüzdeki yıllar içerisinde hallolacak. Bu yüzden Türkiye'nin Rusya'yla bu konudaki rekabeti önümüzdeki yıllarda en kızışmış haline girecektir. Yani bu rekabeti istesek bile pek önceye sonraya bırakmak mümkün görünmüyor. Eminim ki Rusya'daki milliyetçi kesimde bunu gayet iyi anlıyor. Bu sebeple Avrasyacılık ve bu rekabeti barıştırmak çok zor görünüyor.

- Örneğin Rus milliyetçileri için Kazakistan'ın Kazak milliyetçiliği gerçekleştirmeleri tehlikeli olur mu?

- Eğer Kazak milliyetçiliği olarak kalıplaşmazsa, Rus milliyetçiliğine fayda sağlar. - Niye faydalı olacak peki Kazak milliyetçiliği tam kalıplaşmazsa? - Çünkü Sovyet Birliğinde beraber oldular birbirlerine daha yakınlar.

- Kazak milliyetçiliğinin gelişmesi Türk milliyetçiliği açısından daha önemli sonuç değil mi?

-Mesela Kazakistan, Türkmenistan, Kırgızistan, Özbekistan'ı göz önüne alalım. Bunların kendi içerisinde yapısal sorunları var. Örneğin cüz meselesi var. Bunlar ciddi mesele olarak duruyor. Hala politikada olsun siyasette olsun, bir takım yapılaşmalarda bu gibi sorunların halledilmesi Kazak milliyetçiliğine de bağlı. Uzun vadede bir Türk birliği gerçekleşeceğinde daha az meseleli bir Kazak topluluğu için, Kazak halkı için, Kazak milliyetçiliği daha faydalı olmuyor mu? Türk birliğinin oluşmasında bir takım şartlar sanki hala hazırda önümüzde. Örneğin Kazakistan'da şu önemli gelişmeler var. Yoğun şekilde Sümerler, Sakalar özellikle Göktürkler üzerine yoğun çalışmalar var. Ortak kök olarak Göktürklere Kazaklar Türk kağanı diyor. Mesela böyle bir tarihi kökte birleşiliyor. Hepimizin Türk soylu olduğunun ispatı Göktürk kağanlığı aslında. Bin yıllık bir süreçten geçince özellikle 19.yy. başında Alaşorda hareketi olsun, Sultan Galiyev, Rusklov olsun, Münevver Kari olsun bunun gibi aydınlar bir üst kimlik olarak Türklüğü kabul ederler. Mesela Rusklov'un bir Türk cumhuriyeti düşüncesi vardı. Sovyet Sosyalist bir cumhuriyet diye özellikle 20.yüz yılın başında bir ortak kimlikte buluşmak için bir alt yapı oluşmuş. Siyasi olarak veya kültürel bilinçler seviyesinde bir alt yapı oluşmuş. 20.yüz yılın sonunda bu tekrar canlanmaz mı?

- Mesela Sovyet döneminde bu bilinçler parçalanmış Kazak, Türkmen diye. Ama 1920'lerin Alaşorda'nın öncesine bakarsak kabilevi bir bilinçlenme var. Ortak Kazak ve Türk kimliği değil de kabileler, boylar mesela Özbekler olsun Türkmenler olsun. O aşılmış, bir Türk düşüncesi birliğine gelmiş. Sovyet döneminde de uluslar imal edilmiş Kazak, Türkmen diye.

- 21.yüz yılın başında tekrar böyle bir ortak kimliğe dönüş olamaz mı?

- 19.yüz yılın sonu 20.y.y.başı, şöyle: Alt kimlik seviyesinde bir aşiret kimliği, birde İslami kimlik var çok güçlü olarak Türk dünyası üzerinde daha geniş medeniyeti kapsayan. Bunun tam ortasında ulusal kimlik yani Kazak kimliği, Türkmen kimliği, Tatar kimliği şimdiki kadar güçlü değildi. İşte bu dönemde halk kitlesi aşiret bilincine din bilincine sahipken bütün aydınlar tabakası da Çağatay ve Osmanlı kültürüne, ortak bir kültüre sahipken bunları kaynaştırmak imkânsız değildi. - Alt kimliklerin kalıplaşması bu uzun vadedeki Türk birliğinin gerçekleşme sürecini uzatır mı? Veya sekteye uğratır mı? Türk milli kimliğinin kabulü o mesafeyi kısaltır mı?

- Tabii ki yavaşlatacak. Şu anda iki kat kimlik oluşturmak zorundayız. Her devletin milli benzeri bir kimliği ( Kazak, Özbek vd.) kesinlikle olmak zorunda. Fakat bunun üzerinde de bir Türk üst kimliğinin de oluşturulması gerekiyor. Bu da devlet çapında yapılacak, inşallah yapılacak. Mesela öncelikle tarih ders kitaplarının aslının ne olacağı önemlidir. Bence bir ulusun şahsiyeti için dilden de önemli olan tarih yazımıdır. Yani ortaokullarda çocuklara öğretilecek olan tarih versiyonu önemlidir. Eğer bu resmi tarih Türkçü bir açıdan yazılırsa, mesela Kazakistan'ın 15. yüz yıla kadarki tarihi Türkçü bir paradigmayla yazılırsa çok faydalı olacak. Mesela El-Farabi kimdir? Eski Kazak mı? Eski Özbek mi? Sonuçta El-Farabi ne Kazak ne Özbek, Tüktür. Mesela Kutadgu Bilig şu anda yaşayan lehçelerin hiç birinin kaynağı değil, sadece ortak miras olarak kabul edilebilir. Tek doğru yaklaşım budur. Yani eğer her devletin belli bir döneme kadarki tarihi Türkçü bir yaklaşım açısından yazılırsa bu tek başına çok önemli bir adım olacak. Öbür yandan her devletin lehçesi bence kalacaktır, kalmalıdır. Artık her birinin oldukça zengin bir edebiyatı var artık. Tabii ki sadece halk ağızları durumunda değil; şu anda edebi diller olarak devam edecektir. Kazakça olsun, Türkmence olsun, Özbekçe olsun. Fakat bence bu Türkçe konuşan devletlerin makul olan Türkiye Türkçesidir.

- Niçin Türkiye Türkçesi, niçin Kazakça değil?

- Şimdide yine alt kimlik konusuna geri döneceğim. Bir arkadaşla tartışırken bir soru sormuştum arkadaşa. Kazakistan'da yaşayan her topluluğa kendi kültürünü geliştirme hakkı verilmiş. Mesela sadece Kazakça Rusça okullar değil de, Özbekçe, Kırgızca okullar açılmış. Türkiye böyle bir politika gerçekleştirir mi? Mesela Zeytinburnu Kazakları Kazakça eğitim istese Türkiye kabul eder mi etmez mi?

- Eder hocam sonuçta oda bir Türkçe.

- İşte o arkadaşa edecek misin? Diyordum, hayır etmeyeceğim, diyordu. O da Türkçü bir arkadaş. - Ortaokulda değil de lisede lehçelerin mecburi okutulması ve hangisinin okunması gereğinin seçime bırakılması olabilir. Sadece İstanbul'daki Kazaklar ve Konya'daki Kazaklar için değil tüm Türkiye'de lisede ve ortaokullarda okuyanlar için. Bu işin hâkimleri artık bu işi halleder. Böyle bir şey yapılabilir.

- Böyle bir şeyi bir arkadaşla konuştuk, eğer böyle bir şey olursa Kazakistan ne yapacak?

- Peki, şu anda bu çok kültürlülüğü kabul etmek zorunda kalır, Kazakistan ama ilerde eğitim dili sadece Kazak dili olacak. Kazakistan'daki herkes Kazak, Özbekistan'daki herkes Özbek, Kırgızistan'daki herkes Kırgız ve Türkmenistan'daki herkes Türkmen. Böyle bir millileşme süreci geçmek zorundaki arkadaş gerçekten haklı.

- Bir hocayla muhabbetim sırasında hocamız şunu söylemişti. Bizim üniversitede Özbekçe bir bölüm açıldı, yalnız sonradan kapatıldı. Kapatılmasından gocunduğu için bazı söylemler sarf etti. Bende ona böyle bir şeyin olmamasını gerektiğini söyledim. Aynı şeyin Özbekistan'da olması v.s Kırgızistan'da olması bizi nereye götürür. Özbek'in Kazakistan'da Kazakça öğrenmesi zorunlu. Ama Rusya'dan kalan bir hastalık var mesela Kazakistan'da da olsa Özbek Özbekçe, Kırgız Kırgızca v.s. topyekûn tüm dünya Türklüğünün milli eğitiminde önemli reformlara gidilmesi gerek. Büyük problem bunlar. Putin çok açık dedi: ‘Rusça bilmeyen hiç kimse Rus vatandaşı olamaz.' Bu demek çok kültürlü olan büyük devletlerin bile alternatifsiz bir resmi dili var. Mesela Amerika, Kanada vs. Kanada'da iki yıl içerisinde İngilizce veya Fransızca resmi dillerinden birini öğrenmeyince sınır dışı edilirsin. Kanada ki göçmenleri davulla, zurnayla karşılayan bir ülke. Amerika'da tek bir resmi dil vardır oda İngilizcedir. Ama çok kültürlü bir millette asimile politikası izliyor hepsi. Kazakistan'ın böyle bir şey yapması da yanlış değildir, uluslar arası hukukta da vardır böyle bir şey. Bu yapmak zorunda olduğu bir politikadır. Yeni resmi dilin tüm vatandaşları tarafından konuşulması ve öğretilmesi.

- Bu Kazakistan olunca neden böyle oluyor?

- Tabii son günler de etnik milletçiliğin canlanması, küreselleşmenin birtakım etkisi var, alt kimliklerin kışkırtılması var. Bu sadece entelektüel seviyede tartışılıyor. Alt kimlikleri korumak için kendi dillerinin korunması. Bunlar tamamen siyasi maksatlı. Kazakistan'ın çok kültürlü olduğu söyleniyor, oysa Kazakistan böyle bir yapıya sahip değildir bence. 14 milyon nüfusun içinden 130 millet gibi çok abartmalı bir rakam çıkarıyorlar. Oysa Rusya'da 10 bin kişiden az olan topluluk resmi olarak etnik bir varlık oluşturmuyor. Fakat Kazakistan'daki bazı istatistiklere bakılırsa 30-40 tane nüfus bile Kazakistan'da etnik bir grup olarak sayılıyor. Tam bir etnik grup sayılabilmesi için bazı klasik etnik gruplara sahip olması gerekiyor.

- Mesela Kazakistan'da 10 tane Japon var, bunlar etnik grup olarak kabul edilecek mi edilmeyecek mi?

- Tabii biz Japonların dünyada ayrı bir etnik grup olduğunu biliyoruz. Kazakistan'da Japon var mı yok mu? Eğer varsa tabii onlarda bu etniğe girecek. Öbür yandan siyasi haklara sahip olacaklar. Kazakistan'daki kimliklerde halen milliyet maddesi var. Rusya'da birkaç yıl önce kaldırıldı. Etnik ilkeye dayalı federatif bir ülke gerçekten bu yüzden geçmişte bir devlet siyaseti açısından çok büyük önemi vardı. Bu yüzden Sovyetler birliğinde eski anlamdaki milliyet maddesi vardı. Daha sonra kaldırıldı. İnsanların etnik mensubiyetinin resmen gösterilebilmesi, bu Sovyetler birliğinin kurulmasında büyük önemli rol oynadı. Dağılmasında da ve halen bu kötü rol devam ediyor. Aslında milliyet maddesi Sovyetler birliğinden kalma bir uygulamadır, Rusya'da bunu artık kaldırdılar ki Rus bakış açısından kesinlikle doğru. Rusya içinde kalan azınlıkların korunması açısından doğru değil, ama Rusya'nın menfaatleri açısından çok doğru. Kazakistan Rusya gibi değil. Rusya federasyon bir devlet Kazakistan için aynısını diyemeyeceğim.

- Rusya'da kaldırıldı mı?

- Evet kaldırıldı.

- Sadece Rusya vatandaşlığı mı yapılıyor?

- Evet, sadece Rusya vatandaşlığı yapılıyor. Rusya yapıyorsa Kazakistan kesinlikle yapmalıdır. Çünkü buradaki etnik kimliklerin resmileşmesi, artık bu kimliklerin devletleşmesine doğru bir adımdır. Kazakistan'da insanlar bunu bir övünç meselesi olarak kullanıyorlar. 130 tane millet var çok kültürlüyüz gibi laflarla sanki yeni milletler yeni etnik gruplar çıkarıyorlar ortaya. Ama bunun stratejik olarak mutlaka bir zamanı olacak.

- Gün gelecek kuzeyde ‘Ruslar madem biz ayrı milletiz öyleyse hakkımızı verin.' gibi doğal bir şey ortaya çıkarmaz mı?

- Şu an Kazakistan'da bir Kazakistanlılık bilinci verilmeye çalışılıyor. Bence bu doğru. Bu Kazakistanlılık politikası içinde Kazak kültürü baskın durumda. - Peki, siz Kazakistanlılık politikasını destekliyor musunuz?

- Bu devleti yöneten insanlar ve toplum için başka yol yok. Çünkü Kazakistan'da hakikaten Kazak nüfusu nüfusun %50'sini teşkil ediyor. Fakat Kazakistan nüfusunun %50'ye yakın bir oranı tutan diğer etnik grupları dışlamak, yani resmi olarak dışlamak, kesinlikle imkânsız bir şey. Tabii ki buna inanıyorlar mı, inanmıyorlar mı? Ama kesinlikle bu siyaseti kullanmalılar, kullanacaklar, bende olsaydım bende kullanırdım. Kazakistan içinde olan Rus gruplar içinde bir bölüm vardır ki belli ölçüde bir Kazakistanlılık bilincine sahiptir. Mesela bir Rus kızla konuştum. O Rusya'ya gittiğini ve Rusya'da Rusların Kazakistan hakkında ön yargılı konuşmasını, benim Kazakistan'ım hakkında çok ön yargılı düşünüyorlar. Yani böyle Kazakistanlaşan kesim küçük olsa da vardır. Devlet siyasetini bunlara dayandırıyor, bunlara hitap ediyor. Şimdi azınlık olan ileride çoğunluğa dönebilir. Aynı zamanda bazı demokratik eğilimler var. Avrupalı nüfusun şu anda hiçbir artışı yok. Rus nüfusu azalıyor. İhtiyarlar oranı çok büyük. Kazakistan'daki bunun tam tersine. Gençler ve çocukların oranı yüksek, yani nüfus artışı var. Yani Kazakistan'da hiçbir grubu dışlamaya ihtiyaç yok. İleride taşlar yerine oturacak. Belki yüz yıl bütün Kazakistanlılar sonuçta türdeş haline gelecek. Bir Kazakistanlı olacak mı, olmayacak mı, belli değil ama Müslüman Türk kültürüne dayalı bir Kazakistan olacak. Şu an imkân dışı görünüyor buradaki Rusları eritmek ama ileride bunun mümkün olması için şimdiden başlayarak hiçbir grubu dışlamayacak. Kazakistan vatandaşı olan herkes Kazakistanlı olarak kabul edilecek. Tabii belli şartlar var; Kazakça öğrenmek gibi ama bu şartları kabul ettikten sonra sorun kalmayacak. Nazarbayev diyor, bundan sonra çok kültürlülük var tek kültürlülük yok. Bu parolayla ortaya çıkıyorlar. Kazak aydınlarının büyük bölümü buna şiddetle karşı çıktı. Bunu, Kazak kimliğinin arka plana atılması olarak değerlendirdi. Rusya'ya önem verilmesi, aslında buranın Rus devleti değil Kazak devleti olduğu yönünde yoğun propagandalar ve söyleşiler oldu. Bu gün okudum bir parti ‘Sovyet döneminde bile Sovyet Sosyalist Kazak cumhuriyetiydik, şimdi anayasamızda niçin Kazak devleti maddesi yoktur?' diye bir muhalefet şerhi koyuyor.

- Niçin Kazakistanlı olduk?

- Nazarbayev stratejik düşünme kabiliyetine sahip biri. Bunu tabii ki düşünüyor ama geçiremiyor. Bu otomatikman nüfusun yarısının dışlanması anlamına gelir.

- Kazak halkının özellikle gelişmiş yerlerde yaşayanların hala Kazakça konuşmaması, özellikle kuzeydeki Kazak okullarının çok az olması, bu yönde bir çaba olmaması, Kazak halkına bile Kazakça öğretilemezken, diğer Slavlara ve Türk topluluklarına Kazakça öğretilmemesi ortada dururken, şu aşamada Kazakistanlık gibi bir düşüncenin ortaya atılması olumsuz tepki oluşturmaz mı? Devlet kendi Kazak eksenli bir milli politika oluşturma imkânına sahip değilken, bir yandan böyle kozmopolit bir yapı ortaya çıkmıyor mu?

- Kozmopolit bir anlayış ortaya çıkmıyor, çünkü ben mesela 1980'lerin Kazakistan'ını gördüm, şimdinin Kazakistan'ını gördüm. Kesinlikle Kazakça'nın, Kazak kültürünün çok geniş yeri var. Mesela Kazakça'nın öğrenilmesi gerektiğini şu anda Ruslar bile kabul etmiştir. Belki istemeyerek ama yinede kabul etmiştir. Birkaç yıl öncesinde bile değişimler var. İşte bu uzun vadeli bir durumdur. Şimdi yine birleşme temeli olarak şu anda en önemli unsur dildir. Çünkü dilimiz bir diyoruz. Ama dil öğrenmeden, hazırlık görmeden Türkçe konuşurken Türkçe bilmeyen bir Kazakla Kazakça konuşursa anlaşması biraz zor olur. Aynı dili konuşuyoruz, bilmiyoruz hayret verici. Mesela Türkoloji konferansları oldu hep çevirmenler. Çevirmensiz konuşmak biraz zor oluyor. Onun için dilinin tüm anlamıyla yok dil yakınlığı var. Bilindiği üzere kültür birliği pek yok. Buna nazaran bazı Türk topluluklarının kültürleri, Türk olmayan komşu topluluklarının kültürüne daha yakın. Mesela, geleneksel Özbek kültürü sizce Kazak kültürüne mi yoksa Tacik kültürüne mi daha yakındır? Özbek kıyafetleri, yemekleri ve gelenekleri Tacik kültürüne daha yakındır. Aynı durum Tuva ve Moğol halkları arasında görülür. Kesinlikle denilebilir ki Tuvalılar Moğol kültürüne daha yakındır. Kumuk ve Karaçay Türklerine baktığımızda Dağıstan ve Çerkez etkileri görülmektedir. Kısacası bütün Türklerin şu anda ortak bir kültür tipi içinde olmadıkları görülüyor. Türk diyebileceğimiz göçebe yani eski Türklerin kültürünü Kazak, Kırgız, Sibirya Türklerden daha otantik daha has Türk kültürü demek mümkündür. Fakat o zaman birinci sınıf, ikinci sınıf, has Türk, daha has Türk gibi tanımlamalar ortaya çıkıyor. Bunlar kesinlikle olamaz. Yani ne dil birliği, nede kültür birliği var ancak din birliği var. Belki bütün Türk dünyasını kapsamıyor ama çoğunluğunu kapsar diyorlar. Türkçülük nedir bilmeyen insanlar Kazakistan'da olsun Özbekistan'da olsun veya Rusya'daki Tatarlar içinde olsun dindar kesim Türkçü olmuyor. Yani İslam dinine samimiyetle inanan bir Kazak ister istemez bir Özbek'e bir Tatar'a kardeşi gözüyle bakıyor. Bu olayı maalesef dinden uzakta olan Kazakların çoğunda yok.

- Ruslaşmamış, Kazakça konuşan bir Tatar'a Kazak senin kardeşindir denildiğinde bunu kabul eder mi? Bu Orta Asya'nın yeniden İslamlaşması Türkleşmesi manasına gelir mi?


- Gelebilir. Biraz önce söylediğim gibi "Türkçülük nedir?" bilmeyen insanlarda bile doğal olarak bir birliktelik duygusu uyanıyor. Dini duygu sayesinde.

- Bunun devamı olarak hemen bir sorunuzu yinelemek istiyorum. Peki, öyleyse devlet siyasetinde nasıl görünecek?

- Bütün bağımsız devletlerde din temelli bir milliyetçilik geliştirmek için ne yapmamız gerekir diye bir soru ortaya çıkabilir. Bunu devlet adamlarına havale ediyorum. Benim keşfettiğim şudur ki eğer Türk dünyası birleşsin diyor isek, bir millete şu anda bütün Türklerde birliktelik hissini uyandırabilen, bir Kazağın Özbek'le Tatar'la kardeş olduğunu hissettirebilen şu an dini duygudan başka hiçbir şey yoktur. Devlet adamları eğer Türk dünyasının birleşmesini istiyorlar ise bu hakikati hep göz önünde bulundurmalıdırlar. İşte bunlar yapılacak hareket ve davranışları gösterir. Gerçek hakikat ortadadır. Tarihi tam aklımda değil ama geçmişte yapılan Türk kurultayları içerisinde bir tanesinde "entegrasyon kararı" çıkmıştı ve bu karar Türkiye'de bazı gazetelerde ve kurultay bildirisinde büyük puntolarla manşet olarak yayınlanmıştır. Doğru şey. Şu anda Kazakistan için önemli vazife ekonomiyi ayağa kaldırmak ve bu hatta Kazakların milliyetçiliği açısından bile önemli. Çünkü burada bir sürü insanlar; mesela Türkistan'da Sovyetleri özleyen ve ‘ne güzel zamandı' diyorlar, bakın bunu akılları kalpleri değil sadece aç karınları bunu söylüyor. Karnını doyurdunuz mu bitti. Dediğim gibi Kazakistan için en önemli vazife şu anda ekonomiyi ayağa kaldırmak. Bunun için bütün etnik topluluklar arasındaki barış son derece önemli. En önemli koşullardan bir tanesi de onu şimdi her şeyin üzerinde sıralamak şarttır. Tabii ki tepki olacağını düşünmek lazım. Dediğin doğru onlar, tepki olduğunda Kazakistan'daki tüm nüfusun sadece Kazakların değil Ruslarında, Özbeklerinde tepkisini düşünmek zorundalar. Bunun için Kazakistanlılığı sürdürmek bence alternatifi olmayan bir söylemdir. Aynı zamanda Kazak milliyetçiliği için, hiçbir şey yapılmadığını, hiçbir değişim yok demeleri bazı arkadaşların önyargısıdır. Bir somut örnek olarak benim bir kuzenim var. Almatı'da üniversite öğrencisiydi, artık mezun oldu. Şu anda 21 yaşında bir kız çocuğu. Dikkatinizi bir şeye çekmek istiyorum. Güney Kazakistan'ın merkezi Çimkent'te geçti çocukluğu. Ama 4-5 yaşlarındayken sözlüğündeki en kötü, en alakasız söz neydi? diye düşüneyim: "bikadaşka" kelimesi; en kötü küfürdü sözlüğündeki. Tükettikten sonra daha ağır bir şeyler aradığı zamanlar "bikadaşka" kelimesini kullanırdı. Bu nedir anlamıyorum. Ama şu anda Kazakistan'da Kazakça küfür kelimesi kullanan bir Kazak çocuğu yoktur eminim. İşte en büyük değişim bu olur. Yani gelecekteki bütün değişimlerin temeli budur ve sağlamdır artık. Yani bence Kazak milliyetçiliği gelişecek. Ancak bunun için gerekli şey uzun vadeli istikrar. Şu anda önemli olan dediğim gibi uzun vadeli istikrar ve onu sağlamak için Nazarbayev'in yaptıkları çok isabetli oldu.

- Hocam birleşik Türk devletleri ideali hangi temelde, eksende olmalıdır? Yani dilimiz kültürümüz bir olsa, bu olmaz da, büyük farklar var. Ne eksende bir birlik olabilir? Mesela A.B gibi ekonomik eksende başlayıp sonradan mı kültüre ya da siyasi birliğe yönelme olabilir?

- Bunu söylemek tabii ki biraz zor. Çünkü çok uzun vadeli bir proje. Yani ekonomik temelli bir birlik olmasını düşünmek şu anda zor. Çünkü Kazakistan'ın ekonomisi için Türkiye'ye nispetle Rusya daha önemli ve bu durum bence öngörülen gelecekte pek değişmeyecek. Yani ekonomik işbirliği tabii ki olacak, olmalıdır, genişletilmelidir. Fakat birleşmek, birleşmenin temeli olmasa bile sadece Orta Asya bölgesi çerçevesinde olabilir. Türk dünyası genelinde biraz zor.

- Hocam Rusya ile hangi ekonomik unsura bağlı olarak aralarında bir birlik varda Türkiye ile yok mesela petrol mü diyorsunuz?

- Yalnız, ben buraya geldikten sonra gördüm ki, Türkiye durumları az çok biliyorum, entegrasyon noktasında biz sınıfta kaldık.

- Bağımsızlıktan bu güne hatta o karar alındığından bu güne entegrasyon "uyum" noktasında biz sınıfta kaldık, acaba bunun sebebi ne? Çok ciddi atılımlar göremedik. Türk dünyasında hızı arttırmak için ne yapılabilir?

- Hızı arttırmak için yine devletteki idarecilerin iradesi gerekli. Yani atılacak adımlar belli, yeni tarih yazımındaki-ekonomi alanında mümkün olduğunca yaklaşma ve eğitimdeki her şeyden önce eğitimdeki reformlar öncelikle tarih yazımında bazı versiyonlar tercih edilecek, bunları tartıştık. Bir de tabii ki din işlerine devlet biraz daha ciddi bakacak. Şu anda mesela Kazakistan devleti bu meseleden tamamen uzaklaştı. Benim umurumda değil dedi. Nasıl gidiyorsa öyle gitsin dedi. Görüyoruz ki çok sayıda misyonerler geliyor Kazakistan'a. Ortalık gittikçe karışıyor. Yani bir yandan bildiğim kadarıyla Kazakistan'da 50,000 bin civarında Müslüman olmuş Rus var. Fakat bunun yanında kaç bin Kazak Hıristiyan var.

- Peki, bu Müslüman olmuş Rusların özellikle bu bölgenin Afganistan ve Özbekistan üzerinden gelen, güneye dayanan bazı İslami tabiri caizse terör örgütleriyle bağı var mı? Çünkü geçtiğimiz günlerde Kentav'ın Hizbul Tahrir sorumlusu bir Rus'tu ve yakalandı.

- Olabilir. Bir kısmı bununla ilişkili olabilir. Ama hepsi değil.

- Yani grupların etkisi bu insanların üzerinde ne olabilir?

- Yani o da var. Ama kesinlikle sadece o değil. - Benim burada Kazak kimliği ya da diğer toplulukların olsun milli kimliklerinin gelişiminde bu Stalin dönemindeki olumsuz gelişimler Stalin dönemindeki aydın katliamı bunu çok önemsiyorum. Mesela milli bir Kazak kimliği gelişmesi yönünde, milliyetçi düşüncenin oluşmasında, Kazak kültürünün gelişmesine bu aydınların katledilmesi sebebiyle büyük bir darbe vuruldu. Tabii diğer topluluklar içinde geçerli bu. Özbek olsun Rusların kendi şeyi içinde geçerli. Katliamın Sovyet insan tipinin oluşturulmasında, Sovyet kültürünün oluşmasında olumlu etkisi olduğu gibi, milli kimliklerin oluşmasında da olumsuz etkisi olduğunu düşünüyorum. Siz bu görüşüme katılıyor musunuz?

- Kesinlikle oldu. Ana hatlarıyla şöyle denilebilir: Bu katledilen aydınlar hem kültürden kopmayan yeni nesil, hem de Rus ve Rus milliyetçiliğini benimseyen insanlar. İki dünya arasında aracı olabilen insanlar. Eski aydınlar tabakası tamamıyla yok edildi. Onun yerine yeni bir Sovyet zihniyetli bir aydın tabakası geliştirildi. Kesinlikle milliyetçiliğin gelişmesi sürecine çok büyük darbe oldu.

- Stalin'de bunu yaparken bizim söylediğimiz bu maksadı görerek mi yaptı?

- Onu Stalin'e soracaksınız. Bence ne yaptığını anlamıyor değildi.

- Sovyet insan tipinin oluşturulmasında Sovyetler dönemi hangi olayların sizce önemli etkisi oldu? - Mesela bu aydın katliamının yanında işte 2.Dünya Savaşı dediniz bir ara. 2.Dünya Savaşı Orta Asya'nın ortaya çıkmasında Sovyet insanının vatandaşlarının ortaya çıkmasında keza çok önemlidir. Bence dediğiniz başka konu çok önemli. İşte bu 2.Dünya Savaşı konusu çok önemli. Hem de şimdi yeniden yazılacak olan tarihteki yeri de çok önemli olmazsa olmaz olacağı çok önemli. Şimdi eğer geçmişe bakılırsa bir arkadaşla sohbet ederken söylemiştim arkadaşa; ‘bütün Sovyet propagandasının yaptığı kadarını 2.Dünya Savaşı yaptı. Yani Sovyet kimliğinin oluşması. Şimdi bunu söylemek biraz zor bir konu.

- O savaşa bütün toplulukların katılmış olması, yani işte bu bizim vatandı deyip bir mensubiyet duygusunun gelişmesi, psikolojik olarak büyük bir etkisi oluyor herhalde.

- Öncelikle şu var. Hatta resmi istatistiğe göre bize 2.Dünya Savaşındaki ordudaki Rus olmayanların oranı %40. Resmi istatistik bunu söylüyor. Şimdi mesela Rusya'da gittikçe sıklaşıyor diyorlar ki 2.Dünya Savaşındaki zafer Rusya'nın zaferi, Rus halkının zaferi gibi laflar söyleniyor. Ben mesela bunu hakaret olarak algılıyorum. Çünkü onlar Sovyet ordusunun %40'ı yok olsaydı ya da silahını çevirseydi savaşın sonu çok farklı olurdu, bu bir. Eğer, hatta Türk milliyetçiliği açısından yaklaşılırsa bile bu meseleye biraz uzaktan başlayayım öncelikle bilinen gerçeklerden başlayayım. Biliyoruz ki savaştan Sovyetler birliği galip çıktı. Nasıl galip çıktı 50 yıl bile geçmeden dağılmak üzere galip çıktı. Yani Sovyetler Birliğinin savaşta Almanya'yı yenmesinden çok kısa bir süre bağımsız Kazakistan ortaya çıktı. Eğer Almanların galip çıkması halinde ne olurdu en azından bilinmiyor. Bilinen şeylerde var. Mesela bilindiği kadarıyla Ural dağlarına kadar ki toprakların Almanların milli toprakları olarak bütün ikinci sınıf ırklardan Slav, Türk ne olursa olsun bütün Asya sayılmayan ırklardan temizlenerek Almanlarla doldurulacaktı. Yani Türk topluluklarından en azından Başkurt, Tatar ve Çuvaş Türklerinin kesinlikle sonu gelecekti. Öbür yandan Kafkasya bölgesi de Almanya için stratejik öneme sahipti. Oradaki Türklerin başına ne geleceğini biliyoruz. Şimdi Orta Asya topluluklarına gelince bu soru biraz daha tartışılmalı bilindiği kadarıyla bir kukla devlet kurulacaktı bu coğrafyada. Ama şu da bence açıktır ki Kazakistan kadar zengin bir ülkeyi Almanlar serbest bırakmayacaktı en büyük ihtimalle. Ama bu soru yine tartışılmalı ve her Türk topluluğu için aynı şekilde cevaplanamaz. Yani mesela bir Tatar ya da Çuvaş, Sovyet Rusya'sı tarafında savaşırken kesinlikle kendi vatanını da savunuyordu. Misal: Bir Özbek ya da Türkmen kendi vatanını mı, yoksa Rusya'yı mı savunuyordu meselesi tabii ki çok açık. Ama dediğim gibi bu meseleyi en azından tartışılmalı. Şimdi meselenin iki tarafı var. Yine bana göre Nazi Almanya'sının galip çıkması halinde kesinlikle Sovyetler Birliği kadar hızlı dağılmayacaktı. Çünkü Sovyetlere nispetle daha güçlü ideolojiye sahipti. Açıkça milliyetçi ideolojiye sahipti. Bu yüzden en azından Sovyetlerin yaşadığı gibi iç krizde olamayacaktı. Bence Nazi Almanya'sı Sovyetleri, Rusları ele geçirdikten sonra adeta yenilemez bir güç haline gelecek ve bütün dünyanın başına büyük bela olacaktı. Yani demek istiyorum ki hatta Sovyet devrinde söylenen yani genel bir siyon olan biz Sovyet insanları bütün dünyayı Nazilik felaketinden kurtardık söylemeye bile kim bilir belki hakikaten o kadar uzak değil. Çünkü dediğim gibi yenilemez bir güç haline gelen Nazi Almanya'sı işte şimdiki Amerika nedir işte onlardan çok daha beteri olabilirdi bütün dünyanın başına. Evet, şimdi nihayet meselenin psikolojik tarafına gelsek bir yandan en başta söylediğim gibi savaş bittiğinde yaşanan savaş sırasında birlikte çekilenler ve savaş bittikten sonra birlikte yaşanan muazzam bir sevinç var. Mesela daha önce anlattığım gibi benim annemin babası, dedem Budapeşte'ye kadar gitmişti. Avrupa'ya gidenler hepsi biraz ganimet almıştı. Yeni memleketine zengin insan olarak döndü. Ama bir yıl içerisinde tüm zenginliğini parasını savurdu fakir kaldı. İşte annem çocukken babasına sormuş: ‘Babacım sen savaştan zengin dönmüştün. Bütün zenginliğin nerde? Niçin fakir oldun.' Oda demiş ki: ‘Kızım biz savaşta iken bizim tek hayalimiz vardı, işte savaş bitsin barış içinde bir yıl yaşayalım ve ölelim.' Yani savaşsız bir yıl yaşamaktan başka hayali yoktu bu insanların. Bu yüzden savaş bittikten sonra hakikaten bütün Sovyet coğrafyasında insanları birleştiren muazzam bir sevinç yaşanmıştı. O da çok önemli. Bir de şimdi geçmiş anlatımına gelirsek yinede bu mesele önemli kalıyor. Bir örnek olarak kendimi sunabilirim. Benim iki dedem savaştı ve babaannem Leningrad kuşatmasını yaşadı. Şimdi eğer 2.Dünya Savaşı hakkında fikrimi değiştirsem eğer keşke Almanlar galip çıksaydı desem ve hatta düşünsem bile beni kabirlerinden lanet edecekler, haklı olarak. O yüzden benim için kutsal kalıyor ve kalacak ve buradaki hemen herkes aynısını söyleyebilir. Yani en azından yaşlılar orta yaşlılar ve hatta benim kuşağım için bile çok büyük öneme sahip bir olay. Şimdi yeni bir tarih anlatımında kesinlikle eski anlatım yani 180 derece tersine dönüştürülmemeli. Biraz farklı anlatılabilir tabii ki anlatılacak farklı biçimde 180 derece farklı olmayacak.

İkbal VURUCU


Kaynak: http://www.y-tm.com

Irkçılık Mikrobu

Hareketli bir haftayı geride bıraktık. Kuzey Irak’a düzenlenen harekâtın durdurulması sadece içeride değil; yabancı basında da geniş şekilde yer aldı. Çekilme kararı, yanlış anlamalara sebep oldu. Her şeyden evvel zamanlama çok yanlıştı. Bu yanlış zamanlama bir tarafta dururken, siz “Efendim ABD baskısıyla karar almayız”ı kimseye anlatamazsınız. Yabancıların iç işlerimize fazla karıştıkları çok açık… Yargı dahil her konuda bu görülüyor. Müttefiklerinize bu kadar yüz verirseniz, cesaretlendirirseniz, Ergenekon’u Ötüken ve Bozkurt operasyonları ve tutuklamaları takip edebilir. ABD karşıtlığı %85’lere tırmandıysa; bunun sebebi Bush yönetimidir. Kuzey Irak operasyonu sonrası “PKK’yı muhatap al” neyin nesidir? Acaba, ABD terör örgütlerini muhatap alıp neden uzlaşmıyor?

Dışişleri Bakanı dururken Prof. Dr. Davutoğlu’nun Iraklı yetkililerle danışman sıfatıyla görüşmeye gitmesi ve hele doğruysa bu seyahat ABD Büyükelçisi ile görüşülüp yapılmışsa bu büyük bir hatadır.

İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecat’ı Türkiye’ye davet etmekten çekinenler, karar değiştirenler, gecekondu Irak yönetiminden ders almalıdırlar. Irak ABD’ye rağmen bu daveti yapabilmiş ve İran Cumhurbaşkanı da Bağdat’ı resmen ziyaret etmiştir. Son yıllarda o kadar fazla gurur ve haysiyetimizi kırıcı olaylarla karşılaştık ki; toplum üzerinde bunun çok kötü etkileri olmuştur. Dış itibarımız da oldukça zedelenmiştir.

Türkiye’de Tekel’i 1.72 milyar dolara British American Tobacco’ya (BAT) satanlar, Finlandiya Tekeli’nin 4 milyar dolara özelleştirildiğinin farkındalar mı? Ismarlama bir Vakıflar Yasası çıkaranlar Yunan’ın çıkardığı yasa ile bizimkini karşılaştırdılar mı?

Kuzey Irak hareketi dolayısıyla “Her şey silahla olmaz, siyasi çözüm gerekir” diyen özellikle dış çevreler, kendileri hangi siyasi çözümlere vardıklarını ortaya koymalıdırlar. Hangi ciddi devlet terörle mücadelede devlet olmanın gereklerinden vazgeçerek terör örgütünün taleplerini kabul etmiş ve kültürel hakları çoktan aşmış olan talepler önünde eğilmiştir? Dün kültürel haklar diye ortaya düşenler, AB yolunda verilen tavizlerden sonra “şimdi demokratik özerklik”ten bahsediyorlar. Önce Demokratik Cumhuriyet yani Cumhuriyetin demokratikleştirilme adı altında altının oyulması, Ankara’nın devre dışı bırakılarak mahalli birimlerin özerkleştirilmesi, egemenliğin paylaşılması peşinde olanlar, şimdi demokrasi kelimesini kirleterek özerklik peşine düşmüşlerdir. Zaten kültürel haklar gibi masum haklara sığınanların asıl amacı buydu. Dün Balkanlar’dan Osmanlı’yı çözülmeye götüren süreç; bugün Ortadoğu’dan yapılıyor. Bazıları gerçekleri “paranoya” zannetse de…

DTP mensuplarının beyanları ve eylemleri hukuk devletine sığıyor mu? Bunlardan soyadı Türk olan anti-Türk bir milletvekili demokratik özerklikten bahsediyor. Solcu bir kitle partisine mensup olduğunu söylemesine rağmen; Türkiye’de toplumsal realitenin tek ırk mantığı olmadığına işaret ediyor. Etnikliğe ilkel gözlükle bakanlar, vatandaşlığı ve anayasal olsa da milli kimliği reddedenlere ırkçılık mikrobu bulaşmıştır. Kimliğin her şeyden evvel kültürel olduğunu kabul etmeyen, ırk arayışındaki ırkçı ve bölücü bir anlayış, terör örgütünü terör örgütü olarak kabul etmeyen bir kafa yapısı, demokrat ve demokratik olabilir mi? Farklılıkların anayasal güvence altına alınması; milli kimliği ve vatandaşlığı bile reddeden bazı imtiyazlı fertler yaratmak değildir. Anayasadaki ifadeyi değiştirerek “Vatandaşlık bağı ile bağlı herkes Türk değildir” şeklindeki bir beyan; eğer etnisiteyi (kültürel faktörleri) esas almıyorsa; biyolojik gerekçelere dayanıyor demektir. Zaten adı geçen kişi etnisiteye dayalı bir özerklik peşinde olmadığını söylerken açıkça ırkçılık yapmaktadır. Bu yanlış, bilgisizliğe bağlanamaz. Kürt olarak ifade olunan vatandaşlarımızla yapılan birçok araştırma DTP’lilerin görüşleri ile çelişmektedir. Kürtçe (Kırmançca) ile eğitim ve öğretim, kamusal alanda bunu kullanmaktan bahsedenler vatandaşı ne ölçüde temsil etmektedirler? Bunlar, benzer olmasa da; Avrupa ülkelerinde Türkçe’ye uygulanan ambargoları görmelidirler. Eğer iddia edildiği gibi bir eritme (asimilasyon) alışkanlığımız olsaydı; bugün Türkiye’de kültürel gerçekleri dışlayan ırkçı, bölücü hareket görülebilir miydi? Anadil öğrenme yasağı kaldı mı? Kaldı ki kişinin aidiyetini (mensubiyetini) sadece anadil mi belirliyor?

Prof. Dr. Mustafa E. Erkal

İrrasyonalist Rasyonalizm ya da Üniversitelerimiz akıl tutulması mı yaşıyor?

Ülkemiz cumhuriyet tarihinin kritik dönemlerinden birisini yaşıyor. Uzun süredir başımızda sıkıntı olan terör belası karşısında hükümetin, meclisin ve TSK’nin ortak kararlılığı ile başarılı bir operasyon sürdürülüyor. Çatlak seslerin kısıldığı ve ciddi bir kamuoyu desteğinin sağlandığı ortamda milletin tek yürek haline gelmesi ümitleri ve moralleri yükseltiyor.

Toplum kendi duygularına tercüman olan her adımdan son derece memnun oluyor ve destekliyor. Artık kendi değerleri üzerinden kavga ve çekişme istemiyor. Mukaddeslerinin birileri tarafından kullanılmasından fazlasıyla rahatsız oluyor. Bir millet şuuru içinde çoğu zaman büyük feraset gösteriyor. Hayatın en ürkütücü ve soğuk yüzü ölümü bile “şahadet şerbeti” anlayışı içinde büyük bir olgunlukla karşılıyor. Bu büyük olmanın en önemli göstergelerinden birisi olsa gerek.

Bu büyük millet, hırsı aklını geçen, ne bahasına olursa olsun murada ermek uğruna milletin anlamsız gerginliklere düşmesini umursamayan bir yönetim anlayışı yüzünden, hiç ummadığı konularda krizlerle karşılaşıyor. Bir türlü neden kriz olduğunu anlayamadan olan biteni hayretler içinde izlemek zorunda kalıyor. Bir tarafta milli hassasiyetlerin yükseldiği ortamda yaşanan duygusallıklar, diğer tarafta anlamsız bir şekilde milletin çocuklarının başörtüsünü rejim meselesi yapan akıldışı teyakkuz hali… Normal akılla anlayabilmek ve izah edebilmek mümkün değil…

Sanki bir akıl tutulması yaşanıyor. Neyin kavgası, neyin hesaplaşması, neyin kini, neyin öcü olduğu anlaşılamayan bir ruh hali. Hangi zeminde konuyu izah edeceğinize karar veremiyorsunuz. Tavır takınanların hangi kriterden hareket ettiğini ve hangi mihengi kullandığını kestiremiyorsunuz.

Tartışmanın gözlenebilen sürecinden yola çıkarsak belki bu akıl tutulmasının izlerini bulabiliriz. Öğrenciliği 80’li yıllarda üniversitelerde geçenler hatırlarlar. Çatışmalı yılların ardından üniversite ortamı herkese bir soluk aldırdı. Üniversitenin kıyafet serbestliği ve bilimsel yaklaşımı özellikle kırsal bölgelerden gelenlere yeni bir ufuk açıyordu. Fakat bazı hocaların ve yöneticilerin, üniversitedeki kıyafet serbestliğine ve bilimsel özgürlüğe rağmen kız öğrencilerin başörtüsünden iğrenircesine rahatsız olması ilk şaşkınlığa yol açmıştı. O dönemde henüz YÖK tarafından yasaklama getirilmeden keyfi uygulamalar başlamıştı. Bu konuda öncü olan üniversite hocalarının zihniyet yapısı ilk ipuçlarını oluşturur.

Süreci takip ettiğimizde gittikçe çetrefilleştiği görülür. İş artık kontrolden çıkıp, kör dövüşüne dönmüştür. İşin boyutu nedendir bilinmez mahkemelere ve Avrupa’ya taşınmıştır. Bu taşınma şimdilerde akla ziyan bir şekilde yasağın hukuku olarak lanse ediliyor. Bunu üstelik ülkenin aydınları olarak üniversite rektörleri ve hocaları söyleyince insanın zihni almıyor. Özgürlüklerin, gerçeklerin ve hukukun teminatı olması gereken üniversite yönetimlerinin, bazı öğrencileriyle ve toplumun büyük bir kısmıyla kavgayı büyütmesinin anlamı çözülemiyor.

Başörtüsü yasağının kaldırılmasıyla ilgili mecliste başlayan tartışmada yasağın neden devam etmesi gerektiğini izah etmeye çalışırken kullanılan argümanlardan birisi, tesettürün dini bir emir olmadığına dairdi. Bu durumda ilk akla gelen “Peki dini bir emir olsa serbest olmasını hangi mantıkla savunacaksınız?” Başörtüsünü üniversitede yasaklamak için mihenginiz ve referansınız din mi? Böyle bir mantık olabilir mi?

İkincisi, başörtüsü yasağını savunan bazı rektörlerin gerekçe olarak iddialarını Cumhuriyetin savunması üzerine kurmaları da anlaşılamıyor. Hakikaten bu muhterem hocalarımız çok hassas milli duygulara sahiplerse, şimdiye kadar Türkiye Cumhuriyeti’nin bayrağına, egemenliğine, toprağına karşı girişilen eylemlerde aynı hassasiyetle niçin ortalığı ayağa kaldırmadıklarını veya en azından senato kararıyla tavır koymadıklarını anlamak mümkün değil. Aynı rektörlerin bazı büyük üniversitelerde terör örgütünün adeta kurtarılmış bölgeler oluşturmaları karşısında yapılması gerekenleri niçin yapmadıkları yine merak konusu. Malum zevatların portreleri duvarları süslerken ve karanlık örgütler terör estirdiklerinde Cumhuriyeti tehlikede görmediler mi acaba? Bu üniversitelerimize asker, polis ve Türk ifadesi bile girmediği günler olmuştur. Bu ortamda var olmaya ve tavır koymaya çalışan ülkücü gençler ise karşıt görüş diyerek suçlu ilan edilmişlerdir. Nedense saygıdeğer rektörlerimiz ne resmi görevlerini, ne de millete karşı görevlerini bu anlamda yapabilmiş değildir.

Üniversitelerin bilimsel çalışmalarla ilgili tavırlarına girdiğimiz zaman mesele hiç anlaşılabilecek gibi değildir. Yıllarca Türk üniversitelerinde neden bilimsel ilerleme sağlanamadığı, yeni üniversiteler için gerekli tedbirlerin alınması, Türk devletinin milli meselelerinde neden hazırlıklar yapılmadığı gibi birçok konuda (mesela Ermeni meselesi) kamuoyu tatmin edici bir destek bulamazken, başörtülü genç kızlara bu şiddetli tepkinin nedeni anlaşılamıyor.

Ülkenin derin problemleri varken, her biri bilim adamı olan üniversite yöneticileri nasıl olur da konuyu bu kadar çarpıtabilir? Bu öğrencileri ve toplumun kültürel özelliklerini anlamaya neden girişmezler? Neden şu ana kadar üniversitelerden bu meseleyle ilgili bilimsel araştırmalar yapılıp, konuyu çözmeye yanaşılmadı. Bireysel çabalarla yapılan bilimsel tahlillere neden kulak verilmez? Bu öğrencileri anlamadan suçlu sandalyesine oturtup mahkum etmek ve cezalandırmak hangi gerekçeye sığar?

Bazı üniversite hocalarının ve rektörlerin tavrını izah etmeye normal akıl yetmiyor. Ortaçağın irrasyonalist (akıldışı) skolastik tavrına benzer bir yaklaşım neyle izah edilebilir? Bu akıl tutulması değil de nedir?

Kaynak: http://www.turkocagi.org.tr

Zindan Şehirler


BİR YABANCI GİBİYİM, YAŞADIĞIM BU ŞEHİRDE,
ESKİ YOLLAR ÇIKMAZ SOKAK, GEÇİT YOK HİÇBİR YERDE.
OYSA GÜLÜM NE İZLER BIRAKMIŞTIM TOPRAĞINA, TAŞINA BU ŞEHRİN.
KOVULMUŞ YIĞINLARIN NABZINDAN ZULÜMLERE DİRENMEK.

YAŞAMAK, TEK BOYUTLU RESİM GİBİ
SOKAKLAR ESİR KAMPI, YIĞINLARDA İHANET
BEN CİHAD EHLİYİM GÜLÜM ÖLDÜRÜR BENİ BU ŞEHİR
KORUNMAK, PAMUKTAN ELBİSELERLE ATEŞE DALMAK GİBİ
TUT SANA UZANAN ELLERİMDEN, ÖĞÜTMESİN BENİ BU ŞEHİR
SAY Kİ YENİ BİR ZİNDAN BANA, YENİ BİR TUZAK BU ŞEHİR
YAŞAMAK BEYNİMDE ZİNCİR, HÜRRİYET BOYNUMDA HALKA

"Tebessümler bile iğreti bu kokuşmuş şehirlerde,
Bir amansız takipteyim, gölgeler var peşimde
İnfilak noktasında beynim, beynimde işkenceler
Oysa gülüm kaç zaman önce bana canandı bu şehir.
Nice canlar gömdük bağrına o canlar ki; yüreğimdir.
Diz boyu kan bu şehir, diz boyu ihanet
Sor da anlatsın sana beni; şu gök kubbe, şu kaldırımlar.
İnkar etse de beni bu şehir, taşında alın terim, toprağında kanım var.
Varsın yeni bir zindan olsun bana, yeni bir tuzak bu şehir.
Direnmek imanda gizli, imansa yüreğimdir.
Yine de gülüm, kurtuluş, kavgalarda kuşanmaksa silahı
Tut sana uzanan ellerimden, çağıralım kıyamı"
SAY Kİ, YENİ BİR ZİNDAN BANA, YENİ BİR TUZAK BU ŞEHİR.
ÖLDÜRÜR BENİ BU ŞEHİR...

Süleyman KALAYCI

28 Şubat 2008 Perşembe

İran, ABD-İsrail ve Turan

Biz Türkler''e "Yoksa İran''ın nükleer silah sahibi olmasını mı istiyorsunuz?" diye sormak, bizi bam telimizden vurarak İran''a yapılacak ABD-İsrail askerî müdahalesini meşru görmemizi sağlamayı hedef alan bir "şantaj"dır.

Bu şantaj, Osmanlı-Safevi çatışması, Sünni-Şii sürtüşmesi, İran''daki Türkler''in bağımsız olabilme şansı, İran-PKK ilişkileri gibi yardımcı enstrümanların da eklenmesiyle ve içimizdeki "Amerikan-İsrail muhipleri" eliyle pompalanmakta ve dozu da her geçen gün artırılmaktadır. Harita üzerinde sadece İran''a bakarak veya gözlerinizi yumup sadece İran coğrafyasını hayal ederek karar verirseniz, "manzaranın bütününü" göremezsiniz.

Göremeyince de, yönlendirilmiş olursunuz.

Oysa, kazın ayağı hiç de öyle değildir.

Beyniniz tek bir ülkeye -İran''a- angaje olmazsa ve olup biteceklere daha yukarılardan bakabilirseniz göreceğiniz manzara çok daha farklıdır. Ancak, madalyonun bir de öteki yüzü vardır.

Buna isterseniz, içimizdeki işbirlikçilerin veya aksine, İran''ı Türkiye için potansiyel tehdit olarak görenlerin argümanları da diyebiliriz.

Kabul etmeli ki, burada yazılı olanlar pek de iç açıcı değildir: " İran''ın dış politika hedefleri, ülkedeki rejim değişikliğinden sonra değişmemiş, değişen sadece üslup olmuştur.

Güneybatıya doğru Afrika Boynuzu''na kadar ve kuzeydoğuya doğru da Tacikistan''a kadar uzanan coğrafyada, Şah rejiminde "Pers" olarak uzanılmak istenen her hedefe şimdi "Şii-İslam" olarak uzanılmak istenmektedir. " Nükleer güce sahip olmak, İran''ın siyasi-ekonomik-dinî hedeflerine uzanmasını kolaylaştıracaktır. " Bu ise, en başta Türkistan ve Arap Yarımadası coğrafyalarında, Türkiye''nin menfaatleriyle çatışacaktır. *** Bu gerçekleri bir kenara not edip, tekrar madalyonun önceki yüzüne dönelim ve bu gerçekleri gerekçe kabul ederek İran''a yapılacak müdahaleyi hoş görürsek neler kazanacağımızın ya da kaybedeceğimizin hesabını yapmaya çalışalım: " İran aleyhtarı bütün argümanlara rağmen, İran''ın gücü biraz abartılmamakta mıdır? Her şeyden önce, İran''daki Türk nüfusu bazı yazarların yazdıkları gibi (Kemal Yavuz, Akşam, 9 Mart 2005) 10 milyon değildir.

Bu rakam, 35-36 milyon (İran nüfusunun % 51''i) dolaylarındadır ve bu potansiyel "Türkiye''nin İran içindeki nükleer silahı"dır.

Dolayısıyla, bir Türk-Fars çatışmasında zararlı çıkacak taraf İran''dır. " Bu göz ardı edilir ve İran''ın pasifize edilmesi başkalarına bırakılırsa, ABD-İsrail yayılması Irak''tan sonra İran''a ve ardından da Pakistan-Afganistan üzerinden Türkistan Türk cumhuriyetlerine ulaşmayacak mıdır? Siyonist nüfuz alanı bu derece büyür ve Çin''i Orta Doğu-Hazar enerji kaynaklarından tamamen tecrit ederse, Türkiye''nin o meşhur "stratejik önemi" ne olacaktır? " Soğuk Harp yıllarında SSCB''yi güneyden çevrelemek isteyen Yeşil Kuşak''a benzer biçimde, bu yeni "Arap Yarımadası-Türkistan ekseni" Çin''in enerji kaynaklarına uzanmasını engellediğinde, "Türkiye''nin bütününün varlığı"na duyulan ihtiyaç hâlâ devam ediyor olacak mıdır? " Yoksa aksine, çöpe atılmış Türkiye haliyle alternatif arayışlara yöneleceğinden, bunu önleme mazeretine sığınılarak, Türkiye''nin "parçalanması" ve "paylaşılması" planları mı uygulamaya konacaktır? " Sadece bölgesel gözlükle baksak bile, İran rejimi müdahaleyle değiştirildiğinde ve sözde bir demokratik sisteme dönüştürüldüğünde, aynı Şah döneminde olduğu gibi, ABD-İsrail politikalarının her zaman için İran''ı Türkiye''ye tercih edeceğini ve Türkiye''nin ikinci plana itileceğini göremeyecek kadar da uzak görüşten yoksun muyuz? *** Gelelim can alıcı soruya: "Bugün için" kaydıyla, Türkiye''nin menfaatleri nerede? " Türk politikası, her şeyden önce, İran''ın kazanmış olduğu veya kazanacağı nükleer kabiliyeti dengeleyecek arayışlara başlayacak kadar cesaret sahibi olmalıdır.

Bu cesaret doğrultusunda harekete geçildiğinde ise; Pakistan, başta Kazakistan olmak üzere Türkistan Türk cumhuriyetlerinin nükleer silah ve bilim adamı potansiyeli, eski SSCB ülkelerinden kaçırılmış nükleer silahlar, üçüncü nesil tabir edilen taktik-altı düzeyli (bir kısmı çanta tipi) nükleer silahlar gibi şansları karşısında bulacaktır. " İran''daki Humeyni rejiminin, hem de en koyu biçimde, devam etmesi Türkiye için hayatî önem taşır; hatta bir beka sorunudur. " Üstelik, İran''daki dinî rejim, ABD-İsrail ikilisiyle iyi ilişkiler içinde de olmamalıdır. İran''daki ırkdaşlarımız, elbette, bağımsızlıklarına mutlaka kavuşmalı ve Kuzey Azerbaycan ile mutlaka birleşmelidirler.

Bununla da yetinilmeyip, "Türkiye-Birleşik Azerbaycan-Türkmenistan Birliği" (Oğuz (Türkmen) Birliği) mutlaka kurulmalıdır, zira bu, kuzeydeki Kıpçak grubuyla birleşilerek kurulacak "Turan"ın bir önceki adımı olacaktır.

Ama bunların yolu ve şartı, sadece ve sadece "Türk iradesi" ile gerçekleşebilecek olmasıdır.

İran''ın ABD-İsrail boyunduruğu altına girmesi, bizim Turan hayallerimizi yok eder.

Daha da kötüsü, Türkiye Cumhuriyeti için bile risk başlar.

Ferruh Sezgin / 11.03.2005


Kaynak: turkdirlik.com

11 Şubat 2008 Pazartesi

Avrupa Kökler, Efsaneler, İnançlar V

“Avrupa” denildiğinde akla gelen ilk aslî unsurlardan birisinin “Germenler” olduğu kuşkusuz. Ancak, yekpare bir bütün değil, bir kavimler topluluğu Germenler. Nitekim, kendilerine “Germen” de demezlermiş. “Germen” sözcüğünün nereden geldiği de kesin olarak bilinmiyor.

Günümüz Almanya’sına adını veren “Allemani” Germen kavimlerinin önde gelenlerinden birisi ama başkaları da var: Angles’ler, Sakson’lar, Burgundî’ler, Lombardlar, Vizigotlar, ve diğerleri. Bu insanlar etnik bir dayanışma içine girmemişler. Tersine, Milâttan sonra yedinci yüzyıldan itibaren çeşitli halklara bölünmüşler.

Bu halklar giderek ayrışmış, farklılaşmış ve Avrupa’nın bugünkü ulus-devletlerini oluşturmuşlar. Tarihi süreç'e bu pencereden baktığımızda Germenlerin ilk etnik dayanışmayı Avrupa Birliğini kurarak gerçekleştirdiklerini düşünmek de mümkün.

Söylediğimiz gibi, Avrupa’nın aslî kavimlerinden oldukları kuşkusuz Germenlerin ama tek mi? Bakın, işte o öyle değil. Hunlar da var. Hunlar, “Allemani”nin hakimiyetindeki Alsace, Baden ve kuzeydoğu İsviçre’yi kapsayan bölgenin birkaç yüz kilometre ötesinde, bugünkü Macaristan’ın Segedin bölgesinde yerleşikler. Birinci Batı Hun devleti orada.

Allemanni’nin İsa’dan sonra beşinci yüzyıldan itibaren, batıya doğru yayılmaya başlayınca karşısında bir başka Germen kavmi olan “Franklar”ı bulduklarını biliyoruz. Günümüz Fransızlarının aslî kavmi sayılan “Franklar”la Allemanni İsa’dan sonra 496 yılında nihai bir muharebede kapışıyorlar. Allemanni yeniliyor, Avrupa hakimiyeti Franklara geçiyor. 496 yılındaki bu savaş modern Avrupa’nın oluşumunda mihenk taşı sayılıyor. Batı Avrupa’ya yeni bir yüz kazandıracak süreçi başlattığı söyleniyor.

Bu yeni yüz, Hıristiyanlıktır. Pagan Avrupa 496’dan itibaren Hıristiyanlaşıyor. Eski Çağdan, Orta Çağ’a geçiyor.

Gelelim, Türklerin aslî unsurlarından birisi olan Hunlara.

Hunlar, Birinci Batı Hun Devletini 496 Allemanni-Frank savaşından yüz yıl kadar önce 374 yılında Macaristan’da kurmuşlar. İlk hükümdarları Balamir Han. Germen kavimleri birbirleriyle savaşadursunlar, Macaristan’da yerleşik batı Hun devleti hanedan değişiklikleriyle, birinci, ikinci Batı Hun devletleri şeklinde iki yüz yıl kadar yaşıyor. 565 yılında yine bir hanedan değişikliği var. Bu defa yine aynı bölgede, bugünkü Macaristan’ın Segedin bölgesinde, Bayan Kağan’ın kurduğu Birinci Batı Apar Devletini görüyoruz. Birinci Batı Apar Devleti de İsa’dan sonra 805 yılına kadar yaşıyor.

Hunlar, Avrupa’da yerleşen tek Türk kavmi değil. Merkezi bugünkü Ukrayna’nın sınırları içinde kalan Pereyaslav ‘da yerleşik bir de Tuna-Bulgar Devleti var ki, 679 yılında Asparuh Han tarafından kurulmuş. Tuna-Bulgar devleti 1018 yılına kadar devam ediyor. Ancak, 864’den itibaren Türklük niteliğini kaybetmiş sayılıyor. Neden, çünkü 864’de resmen Hıristiyan oluyorlar.

Ne var ki, tarih bugünden yarına değişmiyor. “Sıçrama” yapmıyor. Diğer bir deyişle, ilk anayurt olan Orta Asya belleklerde hiçbir zaman tamamen terkedilmiyor; destanlarda, efsanelerde hatta batıl inançlarda sürüyor.

Germen kavimlerinin Tanrıça Ostara efsaneleri gibi, kâinatın, insanın, kadın ve erkeğin yaradılışı, Türk milletinin doğuşu, çeşitli Türk devletlerinin kuruluş gelişme, çöküş süreçleri, zafer ve yenilgileri gibi konuları anlatan Türk destanları, belleklerden silinmedikleri gibi yeni durumlara uyarlanıyor, yeniden şekilleniyorlar. Tabii ki, tarihî gerçekleri hiçbir zaman doğru biçimde nakletmiyorlar. Kaldı ki, Orta Asya'dan itibaren Avrasya coğrafyası üzerinde uçsuz bucaksız bir alana yayılan Türk kültürü, kaçınılmaz olarak farklılaşıyor. Çeşitleniyor, zenginleşiyor. Ancak… Orta Çağ Avrupası şöyle dursun, günümüzde Asya’da yerleşik yedi Türk cumhuriyetinde (ve çok sayıda özerk toplulukta azınlık olarak) yaşayan Türk kavimlerinin efsane ve destanlarında ilk kaynaktan gelen ortaklık İslâmiyet’ten sonra da sürüyor.

Meselâ, Nevruz. Nevruz hoş bir gelenek olarak İslamiyetten sonra da sürüyor. Hatta, Nevruz geleneklerini kayda geçirenler Onbirinci yüzyılda yaşayan ünlü tarihçi El-Biruni gibi saygın isimler. Ömer Hayyam'ın Nevruzname isimli risalesinde, Nizamül - Mülk'ün Siyasetname’sinde, Firdevsi'nin Şahname’sinde, Alişer Nevai'nin Seddi - İskender’inde ve Büyük Nizami'nin İskendername’sinde Nevruz’dan bir halk bayramı olarak uzun uzun bahsediliyor.

Öte yandan, 374 yılında Avusturya-Macaristan cıvarında kurulan Birinci Hun Devletinin günümüze kadar gelen destanı ünlü Hun-Oğuz destanı. Destanın Hunların İslâmiyet öncesi inançlarını yansıtan ilk hali, 1200’lü yıllarda Uygur harfleriyle kaleme alınmış. İslâmdan sonra 1300’lerde bir kez daha ama bu defa Farsça yazılmış. Bir de 1600’lü yıllarda Ebul Gazi Bahadır Han’ın Türkmenler arasındaki sözlü rivayetlerden ve önceki yazmalardan faydalanarak derlediği çeşitlemesi var.

İslâm öncesi haline göre, Hunların atası Oğuz Kağan, Ay’ın oğlu. Yüzü gök, ağzı ateş, gözleri elâ, saçları ve kaşları kara perilerden daha güzel olan bu annesinden ilk sütü emdikten sonra konuşuyor, çiğ et, çorba ve şarap istiyor. Kırk gün içinde büyüyor ve yürüyor. Ayakları öküz ayağı, beli kurt beli, omuzları samur omuzu, göğsü ayı göğsü gibi, vücudu baştan aşağı tüylü.
Bu tarife göre günümüzde hiç de yakışıklı bir erkek sayılmaz ama zamanın güçlü erkeğini tanımlayan unsurlar bunlar.

Oğuz, at sürüleri güdüyor ve avlanıyor. Anlaşılan henüz yerleşik tarıma geçilmemiş. Yaşadığı yerde çok büyük bir orman, ve bu ormanda çok büyük, çok güçlü bir gergedan yaşıyor. Bir canavar gibi olan bu gergedan at sürülerini ve insanları yiyordu. Oğuz cesur bir adam. Günlerden bir gün bu gergadanı avlamağa karar veriyor; kargı, yay, ok, kılıç ve kalkanını alıyor, ormana giriyor. “Bir geyik avladı ve onu söğüt dalı ile ağaca bağladı ve gitti,” diye sürüyor efsane, “Tan ağarırken geldiğinde gergedanın geyiği almış olduğunu gördü. Daha sonra Oğuz, avladığı bir ayıyı altın kuşağı ile ağaca bağladı ve gitti. Tan ağarırken geldiğinde gergedanın ayıyı da aldığını gördü. Bu sefer kendisi ağacın altında bekledi. Gergedan geldi ve başı ile Oğuz'un kalkanına vurdu. Oğuz kargı ile gergedanı öldürdü. Kılıcı ile başını kesti. Gergedanın barsaklarını yiyen ala doğanı da oku ile öldürdü ve başını kesti.”

Sonra “Günlerden bir gün Oğuz Kağan Tanrıya yalvarırken karanlık bastı. Gökten bir gök ışık indi. Güneşden ve aydan daha parlaktı. Bu ışığın içinde alnında kutup yıldızı gibi parlak bir ben bulunan çok güzel bir kız duruyordu. Bu kız gülünce gök tanrı da gülüyor, kız ağlayınca gök tanrı da ağlıyordu. Oğuz bu kızı sevdi ve bu kızla evlendi. Günler ve gecelerden sonra bu kız üç oğlan çocuk doğurdu. Çocuklara Gün, Ay ve Yıldız isimlerini verdiler. Oğuz ormanda ava çıktığı günlerden birinde göl ortasında bir ağaç gördü. Ağacın kovuğunda gözü gökten daha gök, saçı ırmak gibi dalgalı, inci gibi dişli bir kız oturuyordu. Yeryüzü halkı bu kızın güzelliğini görse dayanamaz ölüyoruz derlerdi. Oğuz bu kızı sevdi ve onunla evlendi. Günlerden gecelerden sonra Oğuz'un bu kızdan da üç oğlu oldu. Bu çocuklara Gök, Dağ ve Deniz isimlerini koydular.

Oğuz Kağan büyük bir toy (şenlik) verdi. Kırk masa ve kırk sıra yaptırdı. Çeşit çeşit yemekler,şaraplar, tatlılar, kımızlar yediler ve içtiler.Toydan sonra Beylere ve halka Oğuz Kağan şunları söyledi:

Ben sizlere kağan oldum
Alalım yay ile kalkan
Nişan olsun bize buyan
Bozkurt olsun bize uran
Av yerinde yürüsün kulan
Dana deniz, daha müren
Güneş bayrak gök kurıkan

Oğuz Kağan bu toydan sonra dünyanın dört bir tarafına elçilerle şu mektubu gönderdi:" Ben Uygurların kağanıyım (niye Uygurların? Çünkü destanı Uygur Türkleri de benimsemişler) Ben Uygurların kağanıyım ve yeryüzünün dört köşesinin kağanı olmam gerekir. Sizden itaat dilerim. Kim benim emirlerime baş eğerse, hediyelerini kabul eder ve onu dost edinirim. Kim baş eğmezse, gazaba gelirim. Onu düşman sayarım. Onunla savaşır ve yok ettiririm".

Destan, “O zamanlarda sağ yanda bulunan Altun Kağan, Oğuz Kağan'a pek çok altın gümüş ve değerli taşlar hediye etti ve ona itaat ederek dostluk kurdu” diye devam ediyor, “Oğuz Kağanın sol yanında ise askerleri ve şehirleri çok olan Urum Kağan vardı. Urum Kağan Oğuz Kağanı dinlemezdi. Oğuz Kağan'ın isteklerini gene kabul etmedi. Oğuz Kağan gazaba geldi, bayrağını açtı ve askerleriyle birlikte Urum Kağana doğru yürüdü. Kırk gün sonra Buz Dağ'ın eteklerine geldi. Çadırını kurdurdu ve sessizce uyudu. Tan ağarınca Oğuz Kağanın çadırına güneş gibi bir ışık girdi. O ışıktan gök tüylü gök yeleli büyük bir erkek kurt çıktı.” Gök mavi demek. Bahsedilen mavi kurtun bugün Ukrayna’da yaşayan Hıristiyan Gagavuzların – ya da Gök Oğuzların - bayraklarında yer alan mavi kurt başı olduğunu düşünmek heyecan verici!

Mavi Kurt: "Ey Oğuz, sen Urum üzerine yürümek istiyorsun; Ey Oğuz ben senin önünde yürüyeceğim." dedi. Bunun üzerine Oğuz çadırını toplattırdı ve ordusuyla birlikte kurdu izlediler. Gök tüylü gök yeleli büyük erkek kurt itil Müren denizi yakınındaki Kara dağın eteğinde durdu. Urum Hanın ordusu ile Oğuz Kağanın ordusu arasında büyük savaş oldu. Oğuz Kağan savaşı kazandı, Urum Hanın hanlığını ve halkını aldı. Oğuz Kağan ve askerleri Gök tüylü ve gök yeleli kurdu izleyerek İtil ırmağına geldiler.”

İtil dediği dedikleri Volga. İtil veya İdil, Volga’nın Türkçe adları. Batı Hunların anayurtlarını işaretliyor. Efsane, “Oğuz Kağan'ın beylerinden Uluğ Ordu bey itil ırmağını geçmek için ağaçlardan sal yaptı ve böylece karşıya geçtiler.” Diye sürüyor, “Oğuz'un bu buluş hoşuna gittiği için bu Uluğ Ordu Bey'e "Kıpçak" adını verdi.”

Bugünkü Gagavuzya’da Kıpçak adında bir köyün hâlâ ayakta olduğunu hatırlatmadan geçemeyeceğim! Ayrıca, günümüz Kazaklarının atalarının da “Kıpçak”lar olduğu anlatılır. Arkeologlar, Kıpçakların izlerini Sibirya’dan, Rusya’ya ve Avrupa’ya sürerler. İsa’dan iki yüz yıl sonra Atilâ’nın komutasında Avrupa’ya doğru yürüyüşlerine geçerler.

“Gök tüylü gök yeleli kurdu izleyerek yeniden yola devam ettiler. Oğuz Kağan'ın çok sevdiği alaca atı Buz Dağa kaçtı. Oğuz Kağanın çok üzüldüğünü gören kahraman beylerinden biri Buz Dağa çıktı ve dokuz gün sonra alaca atı bularak geri döndü. Oğuz Kağan atını ve karlarla örtünmüş kahraman beyi görünce çok sevindi. Atını getiren bu beye: "Sen buradaki beylere baş ol. Senin adın ebediyen Karluk olsun." dedi. Bir süre ilerledikten sonra gök tüylü ve gök yeleli erkek kurt durdu. Çürçet yurdu adı verilen bu yerde Çürçetlerin kağanı ve halkı Oğuz Kağana boyun eğmeyince büyük savaş oldu. Oğuz Kağan, Çürçet Kağını yendi ve halkını kendisine bağladı. Oğuz Kağan, ordusunun önünde yürüyen bu gök tüylü gök yeleli erkek kurdla Hint, Tangut, Suriye, güneyde Barkan gibi pek çok yeri savaşarak kazandı ve yurduna kattı. Düşmanları üzüldü, dostları sevindi. Pek çok ganimet ve atla evine döndü. Günlerden bir gün Oğuz Kağanın tecrübeli bilge veziri Uluğ Bey rüyasında bir altın yay ve üç gümüş ok gördü. Altın yay gün doğusundan gün batısına kadar uzanıyordu. Üç gümüş ok da kuzeye doğru gidiyordu.Oğuz Kağan bu rüyayı dinleyince yurdunu oğulları arasında paylaştırdı.”
“Altın yay gün doğusundan gün batısına kadar uzanıyordu. Üç gümüş ok da kuzeye doğru gidiyordu”… Türk diyasporasının başlangıcı da bu olsa gerek!

Mitoloji, adı üstünde, esatir yani efsaneler ilmi. Bir kavme ait efsaneler bütünü o halk yeryüzünde silinmedikçe belleklerden silinmiyor. Tüm destanlarda olduğu gibi Hun-Oğuz destanı da bir milletin ortak bilinçaltının istek, beklenti, ve değerlerini anılarıyla birleştirilerek anlatıyor. Ancak, bence daha önemlisi, Türk milletinin kendisine yakıştırdığı nitelikleri, değer verdiği, önemsediği hasletleri belirtiyor. Yiğitlik, güç, binicilik, cengâverlik, sözünün eri olmak, acizlere ve mağluplara merhamet… Bugün bile yadırgamadığımız ortak değerlerimiz.
Alev ALATLI

İslami Kökten Dünyevileşme

Her yeni isteği ve her aykırılığı mutlak ilerlemeci ve özgürlükçü bir değişim göstergesi olarak benimsemek, artık sadece çağdaş cahiliye erbabının saplantısı değil. Günümüzün nice muhafazakârı, bu gidişin kendi özgürlük alanını da genişletebileceği vehmi içinde inanç ve yaşayışına en aykırı alışkanlıklara dahi hoşgörü ile bakmakta veya öyle bir izlenim vermeye özen göstermektedir.

Bu durumu ‘Hudeybiye Şartları’ ile benzerlik kurarak açıklamak zor.

Orada Hazret-i Peygamber’in Mekke’li müşriklerle vardığı uzlaşma, Müslümanlar için çok ağır görünmesine rağmen bir ‘seçenek’ olarak düşman tarafından tanınmayı kesinleştiriyordu.

Burada ise uzlaşma için taviz verme durumundan çok, derinden derine çirkinliklerin olağanlaşmasına katılma süreci var.

Nasıl mı?

Ben inancımın gereklerini hakkıyla yaşayabilmek için özgürlük mü istiyorum, öyleyse inanış ve yaşayışıma aykırı tercihleri olanların da aynı taleplerini haklı bulmalıyım.

Öyleyse başörtülü olarak kızımı üniversiteye gönderebilmeyi istiyorsam, mini etekle de gelenlere karşı çıkamam.

Aşağı yukarı buradan başlayan gizli bir ‘aydınlanmacı’ eğilim Müslümanlığını ciddiye alan çevrelerin de bilinçaltına sinmek üzeredir.

Sırf başörtüsüne özgürlük umuduyla pek çok dindarın AB’ci rüyaya balıklama dalışlarını sorgularsak, ‘Aydınlanma Çağı’ denen ‘bütün insanlığı kökten dünyevileştirme’ aşısını aldıklarını görebiliriz. Böylece batının icat ettiği ve kilisenin yerine oturtmaya çalıştığı ‘Aydınlanma İnanışı’nın Müslüman toplumları da nasıl kuşattığını ölçebiliriz.

‘İlerlemeci iyimserlik’ kuruntusu, Müslümanlığını ciddiye alan insanların da pek çoğunun yüreğine düşen bir kurt gibi iğrenç ve sapkın aykırılıklara karşı bağışıklık sistemimizi kemirmektedir.

Bu, her Müslüman insanın mutlaka yaşatmak zorunda olduğu ‘ümit’ ile özdeş bir ‘iyimserlik’ duygusu ve hoşgörü derinliği değildir. Bu, ‘Aydınlanma Çağı’ ile patlatılan ‘ilerlemeci iyimserlik’ dalgasının herkes için iyilikler getireceği vehmidir. Sanki Beyaz Saray’lı ve Pentagon’lu egemenlik sapkınlarının ‘Amerika için iyi olan, bütün dünya için iyidir’ formülünü kendimize uyarlıyoruz:

‘Herkes için iyi olan özgürlük bizim için de iyidir.’

Öyleyse bize bir nebze açılım getirecek bir özgürlük, beraberliğinde meselâ eşcinselliği de meşrulaştırıyorsa ne gam!

Bu aslında ‘Aydınlanma Dini’ni benimsemek ve ‘insanlığın kökten dünyevileşmesi herkes için iyidir’ demek gibi değil midir?

Batının yarattığı uygarlığı kökten sorgulayan, yaşadığımız sürecin insani olmadığını savunan çevreler bile bu dalgaya kapılabiliyor.

Sözgelimi, dün eşcinsellik olgusundan midesi bulananlar bugün böyle beraberliklerin evlilik (!) ile noktalanabildiği toplumlardan gelen haberleri tiksinmeden, hatta merakla okuyabiliyorlar.

Bu, kökten batıcı şartlanma ile ‘ilerlemeci iyimserlik’ içinde erimektir... Belki Müslümanlığını ciddiye alanların henüz çok azı ‘ilerlemeci iyimserlik’ saplantısı içinde özgürlük çemberini aşırı ve aykırı tercihlere kadar genişletiyorlardır. Ancak pek çoğu, ölçüsüz aykırılıkları meşrulaştıran uygarlığın ürettiği, milletleri içeriden karıştırıp dağıtacak türden özgürlük çağrılarını pek kolayca kutsayabiliyorlar:

‘Aşağılık batı, her şeyi kötü yapıyor ama meselâ Kürt ırkçılığını ve ayrılıkçılığını saf ve helâl bir özgürlük tutkusu ile destekliyor...’

Tabii ki ‘Batının ürettiği her şey herkes için kötüdür’ diye bir çağrı yapıyor değilim. Sadece, ‘bütün insanlığı kökten dünyevileştirme’ savaşının en etkili silahı olan özgürlük söylemi karşısında Müslüman kişiliğimizle barışık biçimde sınırlarımızı nasıl belirleyeceğimize ilişkin sorumluluğumuzun temellerini arıyorum.


Ömer Lütfi METE / omerluftimete.com

6 Şubat 2008 Çarşamba

Kapitalizme Yumruk Atmak Elimizde

Dünyanın gerçek kara delikleri, karanlık bölgeleri, insanlığın emeğini, kazancını çalan 150-200 Amerikan şirketidir!

Amerika hem iktisadi sisteminin hem de tek, küresel bir imparatorluğa dayalı siyasal sisteminin doğru, gerçek, kaçınılmaz olduğunu söylüyor! Bu iki çift laf, dünyanın en büyük yalanı olarak büyük tepkiler görüyor! Kısa vadede Amerika’nın askeri gücüne karşı yapabileceklerimiz sınırlı, ama uzun vadede hem askeri hem de iktisadi olarak bu topraklardan pıllarını pırtlarını alıp kaçmak zorunda kalacaklar!

Nasıl?

Amerika, kapitalizmden, sömürüden, kölelikten başka alternatif yoktur diyor. Vardır. Adı da ekonomidir. Ekonomi ile kapitalizmi ayırıyoruz. Çünkü bir disiplin, bir bilim dalı, bir hayat döngüsü biçimi olarak ekonomi ile kapitalizmi sömürü ve yıkım getiren işleyişi farklı şeylerdir.

KATLİAMCI, SAVAŞÇI, YIKICI ŞİRKETLER

Amerika’nın kapitalizm dediği, 150-200 şirketin dünyayı istilasıdır. Bizim ekonomi dediğimiz, dünyayı çekip çevirecek, alınterine, titizliğe, ahlaka, paylaşmaya, helal kazanca dair işleyiştir.

150-200 şirketli bu sistem, dünyanın en büyük hava ve kara gücüyle kendini kabul ettirmek istiyor. Topyekün bir savaşı göze alarak ve ölümüne bir mücadeleyle bunun karşısında olacağız!!!

Amerika diyor ki, “İran, Irak, Suriye, Afganistan dünyanın kara delikleridir.” Hayır. Dünyanın gerçek kara delikleri, karanlık bölgeleri, insanlığın emeğini, kazancını çalan bu 150-200 şirkettir. Onların gizli, entrika dolu, zifiri karanlık işleridir. Onların Firavunlaşmasıdır.

Dünya serveti ve hazinelerini bu 150-200 şirket ele geçirdi. Bu şirketlerin her biri, onlarca Afrika ve Ortadoğu devletinden daha zengin! Hepsinde ihtilaller yapacak, soykırımlar yapacak, iç savaşlar çıkaracak, katliamlar yapacak büyük, siyasi, gizli kudret ve güç var.

PENTAGON: SİLAHLI ŞİRKET SÖZCÜSÜ

Acilen, bu şirketlerin kurumsal yapılarını sorgulamalı, binlerce yazı yazmalıyız. Bilimsel makalelerle, ciddi analizlerle, sıkı eleştirilerle bu şirketlerin üstüne yürümeliyiz.

Pentagon’un, Beyaz Saray’ın tüm dünyaya ilan ettiği savaşın asıl gerekçesi bu şirketlerdir. Bize “Başka ekonomi modeli yok, başka özgürlük yok, başka hayat yok” diyorlar, “tek model budur, herkes diz çöküp bunu kabul edecek, tüm insanlık boyun eğecek, benim borum ötecek, benim kurallarım geçecek” diyorlar. “Şu anda hepinizin evinin yanındayım, kuralları çiğneyenleri çevirip, sıkıştırıp, öldürerek yok edeceğim” diyorlar!

Halbuki bizim bu topraklarda bin yıldır uyguladığımız bir ekonomik düzen vardır.

Onların sisteminde, bir tek şirket hem turizm yapacak, hem madencilik, hem su satacak, hem meşrubat işine girecek, ve aynı insan üçbeş büyük TV.’nin sahibi olacak... Modelleri bu.

EKONOMİK DÖNGÜ, HAYATİ DENGE

Bizim modelimiz ise şu: Bütün bu işlerin her birini ayrı ayrı insanlar yapacak. Bu işler binlerce patrona dağılacak.

Böylece üretim süreçleri insani, doğal, heyecanlı, neşeli, hakiki, bereketli hale gelecek. Tıpkı bin yıldır Abbasi, Emevi, Osmanlı medeniyetlerinde olduğu gibi.

Ekonomik güç bir tek adamın elinde toplanınca, siyasi güç de onun eline geçer. Savaşları da o yönetir. Binlerce insanın ayrı ayrı kendi işine sahip olması halinde demokrasi işlerlik kazanabilir. Herkesin fikri, oyu, görüşü, dikkate alınır, hayat dengeli bir biçimde akar...

İSLAM NE DİYOR?

Bir tek insan kontrol edemeyeceği büyüklükte şirketlerin sahibi niye olur? Neden olsun? Bir tek insan kontrol edemeyeceği büyüklükte servetin sahibi niye olur? Neden olsun? Okumuş, tahsil görmüş, bilgili, genç, enerjik milyonlarca insan neden uzaklardaki, karanlıktaki bir patronun hizmetinde çalışsın?

Bizim yaşama formülümüz, paranın insanı boğan, öldüren, çıldırtan bir yaratık haline gelmesine izin vermez. İslam’ın ekonomi düzeni de budur. Yıllarca faizsiz bankacılık tartışıldı. Bunlar saçmalıktan başka bir şey değil. Ahlaksız ekonomi olmaz. Paylaşım esasına dayanmayan her yöneliş bizi Amerikan köpeği, kapitalizmin kölesi durumuna düşürür!

Ben bunları uydurmuyorum. Babalarımızın yaptığı işi söylüyorum. Şam’ın şekeri ağzımızın tadıdır, Arab’ın yüzü bizim aynadaki yüzümüzdür. Patron olacaksa ustası olduğu işin patronu olacak, diyorum.

Amerika’nın katliamlarına, canavarlığına direnmek, hakiki Amerikan karşıtlığı bu ekonomik meseleyi çözebilmekle mümkündür. Başka da çaremiz yoktur.

Nihat GENÇ / nihat-genc.com

3 Şubat 2008 Pazar

Türkler, Kürtler, Kürtçüler, Pkk'lılar: İyi Dinleyin!..

Yazar: Zor bir ‘dönemeç’teyiz. Bu gün üstüne düşeni yapmayan hiç kimse, yarın boşuna ‘münafık gözyaşı’ dökmesin! Onun için ‘herkes’e ayrı ayrı seslenmek istiyorum.

Türkler!..

‘Müminler kardeştir!’ düsturunu aslâ unutmayın ve terk etmeyin.


Emin olun ki, biz inandıklarımızdan topyekûn vazgeçmedikçe veya PKK, Kürtleri Müslümanlıktan çıkarmadıkça veyahut da hep birlikte tarihimizden ve insanlığımızdan soyunmadıkça barış ve kardeşliğin imkânları tükenmiş olmayacaktır.

Kin ve nefret bizim şiârımız olamaz. Kin ve nefret sadece kan dâvâsı doğurur. ‘Kan dâvâları’ âşiret dayanışmasını kolaylaştırabilir, ama ‘milli’ bütünlüğe hizmet etmez.

Bu ‘fitne’yi meşrû yollarla defedeceğiz.

Her başı sıkıştıkça hukuk ve demokrasiyi ‘ayak bağı’ olarak görmek, tipik bir ‘üçüncü dünya’ alışkanlığıdır; kendimize yakıştırmamalıyız.

Bizim ‘gâile’ savuşturma geleneğimiz sabır ve dirâyetle yoğrulmuştur. Celâli isyanları ve Yeniçeri ayaklanmaları ile kaç asır uğraştığımızı düşünün!..

O ‘geleneğin’ bu günkü ‘kamusal’ karşılığı hukuk ve demokrasidir.

Hukuk ve demokrasi ‘zaman alıcı’dır; fakat, ardında ‘kapanmaz yaralar’ da bırakmaz.

Hukuk ve demokrasiyi ‘yetersiz’ görmek kendimize haksızlık ve kötülüktür.

Kürtler!..

Öncelikle, vatandaşlık ve ‘kardeşlik’ hukukuna bu güne kadar hep sâdık kalmış ‘sâde’ Kürtler’e; ama bilhassa aralarındaki ‘tuzu kuru beyaz Kürtler’e söylüyorum:

Niye sesiniz çıkmıyor?

Şâyet, gerçekten birlikte, barış ve kardeşlik içinde yaşamaktan yana iseniz daha fazla vakit kaybetmeden ayağa kalkın ve sesinizi yükseltin.

Deyin ki;

‘Ana dil ve benzer konularda, şu âna kadar yapılan ‘demokratik’ reformlarla sağlanan gelişmeler, Kürt gibi yaşamamıza da ‘adam gibi’ yaşamamıza da yeter; kendimizi millî bütünün ayrılmaz bir parçası olarak görüyor, üniter yapı içerisinde, eşit hak ve hürriyetlere sahip vatandaşlıktan başka her türlü tasavvuru reddediyoruz.’

Henüz vakit varken, ‘Kürtçü’lerle de PKK ile de aranıza, herkesi ikna edecek kadar bariz bir mesafe koyun.

Benim tavsiyem budur.

Aksi takdirde, bu suskunluğunuz, ya hepinizin ‘Kürtçü’lüğe meyilli olduğuna yorulacak ya da istemeseniz de o ‘taraf’da bulacaksınız kendinizi. ‘Yangın’ büyümeye devam ederse sadece ‘kuru’nun yanında ‘yaş’ yanmaz, belki ‘kuru’dan da çok ‘yaş’ yanar!

‘Kürtçü’ler!..

Hrant Dink, Diyarbakır Barosu’nun geçtiğimiz şubat ayında düzenlediği toplantıda ne söylemişdi size, hatırlıyor musunuz?

20 Şubat 2006 tarihli Bugün gazetesinden aynen aktarıyorum:

‘Korkuyorum. Çünkü tarihe baktığımızda 150 yıl önce yaşanan olayların öncesinde bugün meydana gelen olayların aynısı olmuş. Ermeniler Avrupa ve Rusya’ya güvendiler. Ama ortada kaldılar. Aman dikkat! Başkalarına güvenmek bir milletin sonu oldu. ‘ABD, Kuzey Irak’ta başardı, burada neden başaramasın?’ anlayışına kapılmamalı. Ne olursa olsun Kürt ve Türkler birlikte ve iç içe yaşamalı.’

İsterseniz Hrant Dink’e, ‘ne demek istediğini’ bir daha sorun. Söylediklerine kulak verin; çünkü o, kolektif bir tarihî hâfızanın ‘temsilcisi’ sıfatıyla konuşuyor. Sizin böyle bir ‘hâfıza’nız olmadı, iyi ki de olmadı; ama belki de ‘olmadığı’ için bu kadar vahim bir hesap hatâsı yapıyorsunuz.

Ana dilinizi ‘resmî dil’e çevirme ‘fetiş’inden vazgeçin. ‘Özel alan’da istediğiniz gibi kullanın, zaten kullanıyorsunuz; ama, bu çağda ve bu dünyada Kürtçe’ye tutunarak ayakta kalamazsınız. Lengüistik gelişimi, ‘tarihen’ eksik kalmış ve bundan sonra da tamamlanma şansı fazla olmayan bir dille ancak medeniyetin ‘periferi’sinde her bakımdan ‘ezik’ bir ‘azınlık’ meydana getirmiş olursunuz.

Yazık olur.

PKK’ya verdiğiniz dolaylı ve dolaysız destek gibi, bu konuda yaptıklarınızın da hiçbiri, bu ülkedeki Kürt varlığına kesinlikle hizmet etmiyor; mübalâğalı talepleriniz, olsa olsa Kürtler’in gün geçtikçe ve fiilen tecrid edilmesine yol açıyor.

Ferasetinizi toplayın ve öncelikle Türkçeyi iyi konuşmaya, iyi yazmaya bakın. Bana inanmıyorsanız eli ‘Türkçe’nin kalemini tutan Kürt asıllılara sorun.

Size yapılacak en büyük kötülük, çoğunuz farkında değilsiniz ama sizi Kürtçe’den değil, Türkçe’den mahrum etmektir. Türkçe, Türkler kadar, hattâ onlardan çok size lâzımdır. Unutmayın ki, Kürtçülüğü bile bu güne kadar daha çok Türkçe ile yaptınız.

Türkçe, Türk-İslâm coğrafyasının da Ön-Asya’nın da müşterek kültür ve medeniyet dilidir, bu bölgenin ‘lingua franca’sıdır.

İstanbul’da yaşayan bir milyona yakın Kürt, Türkçe bilmedikten sonra, isterse birkaç tane Avrupa dili bilsin, sizce nasıl bir ‘fert’ ve hayat standardına erişebilir?

Bunu sormak, Kürtçe’yi küçümsemek veyahut aşağılamak değildir.

Ben kendi köyümün ‘şive’sini Ankara’daki hayatımda nereye koyuyorsam Kürtçe’yi de sizin için oraya koyuyorum.

PKK’lılar!..

Sakın hatırınızdan çıkarmayın: Türkler için Ankara, İstanbul ve Erzurum ne ise Diyarbakır, Van, Şırnak, Hakkâri vs. de odur. Dün bir kere böyle idiyse bu gün bin kere böyledir!..

Sizinki hayâl bile değil, yalnızca ‘cinnet’...

10 - 15 yaşındaki çocuklara kan ve ölümü sevdirmeye çalışıyorsunuz, hayatı ve insanca yaşamayı küçümseyerek...

Ne uğruna?

Amerika, Araplar’a bırakmadığı ‘petrol’ü size mi bağışlayacak zannediyorsunuz?!.

Bilmelisiniz ki, ‘Batı’lılar sizi Taşnak çetelerinden, Kürtler’i de Ermeniler’den daha fazla seviyor değil... Hrant Dink’in de demek istediği bu idi: ‘Sizi daha kolay satarlar!’

Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘ölü’sü bile gerektiğinde herkesle sizin pazarlığınızı yapabilir.

Siz Barzani ve Talabani ile dahi kendi pazarlığınızı olsun, yapabilir misiniz?

İhtiyacınız olan şey ‘konfederasyon’ değil sadece

Mustafa Çalık tarafından yazılan bu makale, 05 Nisan 2006 Çarşamba günü yayınlanan Bugün Gazetesindeki köşe yazısıdır.


Ey Türkler!...

Entellektüel, bir cemiyetin düşünen beyni ve kanayan vicdanıdır. Düşünen beynidir ve bu sebeple de, Kant'ın büyük bir isabetle belirtmiş olduğu gibi - ki O, henüz "entellektüel" ve "bilim adamı" kelimelerinin icad edilmediği ve bu sebeple her iki manayı da tazammun eden çağında "filozof" terimini kullanır - siyasete girmemelidir; çünkü, der Kant, "iktidarın gücü, aklın muhakeme kabiliyetini ifsad eder". Yani filozof da siyasete girince, her siyasetçi gibi, siyasetin mülevves çamuruna bulaşır ve "gerçeği" söyleme kabiliyetini kaybeder. Halbuki, entellektüel, yine Kant'a göre, "gerçeğe ihanet edemeyen kişi"dir; halbuki siyaset umumiyetle gerçeğin kaatili ve hainidir. Ve yine bu sebeple, entellektüel, ancak siyasette müşavir, yani danışman, hakkın ve hakikatin yolunu gösteren ve fikirlerinin kaale alınmadığını görünce de tereddüt etmeden siyasetçiyi terkeden şaşmaz prensip sahibi er kişi olabilir; daha fazlası değil. Keza entellektüel vicdandır ve vicdan olduğu için de fiziki gücü yoktur, fiziki güç siyasettedir, ancak onun da vicdanı yoktur; binaenaleyh, entellektüel ancak manevi baskı gücüne sahiptir ve onu kullanmalıdır, bu onun için bir tercih mes'elesi değil, mecburi tek istikamettir. Ancak, bu da vicdanı olan bir cemiyette bir iş yapabilir.

İmdi, hayatı boyunca, kirlenmemek ve aklını ve muhakeme kabiliyetini fesada vermemek için aktif siyasetten uzak durmayı imanının altıncı şartı mesabesinde kesin bir prensip olarak kabul eden, cemiyetinin kanayan vicdanı olan bu hüviyetimle sesleniyorum:

Ey Türkler!
Vatanınıza ve devletinize sahip çıkınız!
Çünkü, Ey Türkler; vatanınız ve devletiniz elinizden çıkma çizgisinde; ağır-ağır, usul-usul, yavaş-yavaş, ceste-ceste!

Ey Türkler!
Vatanınızı ve devletinizi, bir yandan AB üyeliği safsatacılığı ile ülkenizin hakimiyetini devretmek suretiyle, bir milletler-üstü oluşumun sıradan ve parçalanmış bir eyaleti olarak ve diğer yandan da çoğu da sanal olarak icad edilmiş alt-kimlikler yoluyla içten parçalanarak kaybetmek üzeresiniz.

Ey Türkler!
Ben vicdanım; vazifem ve vazifem olduğu kadar da tek imkanım, ikaz ve ihtar etmektir; bunun için de durmadan, bıkıp usanmadan sizin vicdanlarınız üzerinizde baskı yapmak mecburiyetindeyim ve bu vazife bilinciyle haykırıyorum:

Ey Türkler!
Sizler ki, Asya'nın çocuklarısınız; Asya'nın, yani bütün büyük dinlerin ana rahmi, hikmetin kaynağı ve ahlakın menba'ı, Güneş'in doğduğu bu azametli kıt'anın en muhteşem çocukları! Sizler ki Asya'dan kopup Küçük-Asya'ya geldiniz, burada bütün tarihin tanıdığı en muhteşem imparatorluğu kurdunuz ve burada kendi tarihinizin de zirvesine çıktınız; geniş ve kudretli kanatlarınızın altında dinleri, dilleri, ırkları, renkleri sulh ile idare ettiniz, sonra küçüldünüz ve tekrar Küçük-Asya'nıza ric'at ettiniz; Edirne ile Ardahan arasına, bu gayri tabii hudutlara sıkıştınız.

Ey Türkler!
Ya İkinci Endülüs, ya da İkinci Ergenekon olma çizgisindesiniz.

Ey Türkler!
Anadolu, Küçük-Asya, dikkatli olmazsanız sizi boğacak bir tuzağa, İkinci Endülüs'e dönüşmek üzeredir.
Çünkü Ey Türkler, millletlerin yükseldiği yerden düştüğünü unutmayınız! Sizler ki Asya'nın bağrından kopup gelerek tarihinizin zirvesine burada çıktınız, amma, burada düşmek üzeresiniz; burada "efendi" oldunuz, amma, burada "kul" olmak üzeresiniz.

Ey Türkler!
Tarih'te bir kazananlar vardır ve bir de kaybedenler ve dahi, Tarih, kaybedenleri değil kazananları baş tacı yapar. İmdi Sizler, kaybedenleri oynuyorsunuz; ikbal yıldızınız sönmek üzere.

Ey Türkler!
Keza Tarih, merhametsizdir; yere düşenlerin üstüne basarak ilerler. İmdi Sizler, yere düşmek üzeresiniz. Yere düşmeyiniz! Aksi takdirde, Tarih, ağır gövdesiyle sizi de ezer geçer ve çöplüğüne atar.

Ey Türkler!
Gökler'i veYer'i yaratan ve onları direksiz ayakta tutan Rabbim, ki amenna ve saddakna, her şeye gücü yeter, amma, kendisini değiştirmeyenleri kendisi değiştirmez; ol sebebe binaen kendinizi değiştiriniz, değiştiriniz de elinizi kolunuzu bağlayarak boş yere dua etmeyiniz; burası duanın hükmünün batıl olduğu noktadır.

Ey Türkler!
Ve dahi yine O, Halık-ı Zü'lcelal, devirleri insanlar arasında döndürür, bazan birini yükseltir, bazan da diğerini; liyakatini kaybeden, uyuşan kavimleri yere indirir, genç ve dinamik olanları tepeye çıkarır.

Onun için, vicdanınız olarak haykırıyorum:
Ey Türkler!
Liyakatinizi kaybetmek ve uyuşmak üzeresiniz. Sakın ha!

Ey Türkler!
Bu da geçer" demeyiniz! Sakın ha!
Aksi takdirde, elbet de geçer; lakin unutmayınız ki, "geçer amma deler de geçer" ve ölüyü diriye, geceyi gündüze dönüştüren Rabbim, efendileri kula, kulları da efendiye dönüştürür; sizi indirir, ve hatta yere çakar, çakar da dün yönettiklerinizi başınıza geçirir.

Ey Türkler!
Milletler yükseldiği yerden düşer; amma, düştüğü yerden de yükselir.

Ey Türkler!
Sizlerde yükselecek güç var; sizde her şey var. Yeter ki gerçek ile sahteyi, gerçek aydın ile propagandistleri ve lobicileri, gerçek lider ile fareli köyün kavalcılarını ayırdedebilecek bir bilinç ve ferasete kavuşunuz; gücünüzü keşfediniz ve iradenizi hareket geçiriniz.

***

Ey Türkler!
Bu bir manifestodur.
Sizi, kanayan vicdanınız olarak, hiç rahat bırakmayacağım.

Durmuş HOCAOĞLU

Kaynak: Yeni Çağ

31 Ocak 2008 Perşembe

“Gâlip” Ağabey’in aziz hâtırasına; muzdarip bir “mağlûp”lar denemesi...

Yine bir Muharrem ayında, tabiatın, baharın teşrîfine ağır ağır hazırlandığı bir Muharrem ayında, mor salkımların açma ve kokularını yayma gayretlerinin mevsiminde, Gâlip Ağabey’in gidişiyle geçen altı senenin, altı Muharrem ayının, altı mor salkımların açma mevsiminin ardından bir “mağlûp”lar denemesinin içinde debelenmekte olan ben...

“Mağlup”ların en güzellerinden biri ile başladığını fark etmiş olarak, bir “mağlûp”lar bahsini daha yazmak borcunu yüklenirken yüreğime, Muharrem’in en güzel, en yiğit, en mazlum ve en asil ecdâda yaslanan soyun, Muharrem “mağlûp”larından birisi ile mor salkımlar arasındaki benzerliği de âniden görmek ve yine hüzünlenmek, yine üzülmek ve yine ah-u enînlere gömülmek gibi bir kaderi yaşamak zorundayım...

Muharrem mevsiminin bidâyetinde filizlenmeğe başlayan mor salkımların, niçin hemen boyunlarını büktüğü ve mosmor çiçeklerini dallarına yüklemeğe çalışırken telâş içinde, dallarının tüm liflerinde hissettiği korkunun en müessirinden esbâbı, Muharrem ayının soğuk sürprizleri, âniden bastırıverme ihtimâli olan ayazın ve bir günlük de olsa kar yağma ihtimâlinin içinde gizli... Muharrem ayının, mor salkımlar mevsiminin içindeki en kötü sürpriz, bir ayaz ve kırdığı mor salkımlar; açamayan, sarkamayan, kokamayan mor salkımlar...

Birkaç neşeli bahar gününde yakaladınız yakaladınız, eğer kaçırdı iseniz mor salkımları ve kokularını, bir sene daha beklemek gibi bir ıstırâbı yaşamak zorundasınız demektir... Mor salkımlı bir evde yaşamadı iseniz, böyle bir evi görmediyseniz, hiç olmazsa Halide Edip’in “Mor Salkımlı Ev” romanını okumadı iseniz, vay hâlinizedir, bu ıstırâbı anlayamazsınız; bu ıstırâbı anlamamakla kârdayız sanıyorsanız kendinizi, daha da büyük bir tegâfüldür bu sizin için, bilesiniz...

Mor salkımlarla, Muharrem ayının tarihe düştüğü en dramatik kayıt arasındaki benzerlik; Hüseyin’in, Peygamber’in sırtında gezinen Hüseyin’in, bir mor salkım gibi açamadan, salınamadan ve kokamadan bahar gibi boynunu bükmesi, solması, ümitsizce de olsa bir sonraki mor salkımlar mevsimini bekleyemeyecek olması ve toprağa düşmesi değil de nedir?

Ne mor salkımların, ne de Hüseyin’in hiç bir suçları yoktu. Fakat ikisinin de içlerinde kurulan zembereğin sonsuzluğa ve ölüme uzanan ayarları; damakta kalan nâdir lezzetler gibi.. onları tam da açacak iken, tam da güzel kokularını saçacak iken, yokluğa yolculukları, onlarla kendilerinin dışındaki zamanın zembereklerinin farklı kurulmalarıdır; mor salkımların dallarına, Hüseyin’inin de hayata tutunamamaları...

“Gâlip” Ağabey de yine bir Muharrem mevsiminde göçmüştü yokluğa... Onun farkı, ardında koklanacak güzel kokular bırakmasıydı, mor salkımlara nâzire... Dünyâyı küçük görmüş, olan biteni tahfif etmiş, yalnızca sevdikleri için yaşamıştı “Gâlip” Ağabey. Dünyâya bir tebessüm ile vedâ edinceye kadar bitiremediği bir romantik romanı okudu... İçinde karşılıksız sevgi vardı o romanın. Sadâkat vardı. Hey hât! Bir serencâmın resmî dilinde ihânet ile tanımlanan bir sadâkat... Yalnızca O’nu “bilenlerin” bildiği bir sadâkat... Bir serencâmın sözde sâdıkları, ikbâl ile kaygılanırken kendi yuvalarında, aynı serencâmın hâini(!) Gâlip Ağabey, aynı serencâmın mağdurlarına kendini, ömrünü adayan bir ihâneti(!) yaşıyordu... İsminin inadına “mağlup”tu, sadâkatinin inadına hain(!)...

Ömrü boyunca okuduğu o romantik romandan anladığı ve geride bıraktığı ise, “biz yeteri kadar sevmeyi bilmiyoruz”du...

Bu yüzden belki de “mağlûp”lar safındaydı o da... Hayâlindeki ve hayâtı boyunca okuduğu o romantik romandaki kahramanları, gerçek dünyada yeteri kadar sevmeyi öğrenememişlerdi...

Eugenie Grandet gibi sâdık kalsa da “Gâlip” Ağabey, onun roman kahramanları her zaman sâdık değillerdi. Bunu biliyordu, ama sevmekten de aslâ vazgeçmiyordu. Böylesine tersinden bir “mağlup”luktu “Gâlip” Ağabey’in “mağlûp”luğu... İsmine trajik bir nâzire idi “Gâlip” Ağabey’in “mağlup”luğu...

Kızılay'da bir avukat yazıhânesinin diğer “mağlûp”larından, yazıhânenin faaliyetinin tamâmında yorgun, argın mesâiperestlerinden İsmail Vayvaylı, “Gâlip” Ağabey’inin ardından şunları yazmıştı; Türk Yurdu Dergisinin Haziran/1997/118. sayısında:


“(...) ama o çelimsiz Gâlip Erdem 6-7 yıl, haftalık iki duruşma ve iki ziyârete düzenli gitti. Haftanın dört gününü Mamak’ta geçirdi. Ne onları, ne de ailelerini boynu bükük bıraktı. Para dilenciliği, giyecek dilenciliği yaptı. Şahsiyetini değil, Mamak’ı tercih etti. Bu iş, değil bir kişinin, koca bir ekibin altından kalkabileceği bir iş değildi. Bu yaptıklarını sayılarla, rakamlarla ifadeye kalksak aklın ve mantığın kabul edebileceği bir şey değildir... Bunu Mamak’ta yatanlar ve onların ailelerine sormak ve onlardan dinlemek lazımdır; şayet hâfızalarında kaldı ise...

Gâlip Erdem, Mamak ile mücâdelesine son noktayı da koydu. Vazifesini ifa etti ve köşesine çekildi. O bir kahraman olarak gitti. Bir zirveydi, o bir haindi, o bir kahramandı...”.

İsmail’in sorduğu bir soru “Gâlip” Ağabey için mânidâr değil... İsmail’in bu şüphesi ne kadar makûl ise, "Gâlip" Ağabey için o kadar mânâsızdı... “Şayet hâfızalarında kaldı ise” cümlesi ile İsmail ne kadar haklı ise, bu cümle “Gâlip” Ağabey için bir o kadar da önemsizdi... Çünkü O, ömrü boyunca okuduğu romantik romanın gerçek kahramanıydı... Sevgisinin karşılığı ne hatırlanmak, ne vefâ, ne anma günleriydi. Yalnızca ve başlı başına bir sevgiydi onunki, bir fenomen olarak yalnızca bir sevgiden ibâretti “Galip” Ağabey. Bundan gerisi dünyada kalanların meselesiydi...


Niçin dünyanın bütün güzelleri “mağlup”lar arasında saf tutar, el bağlar?

Cem Sultan, Genç Osman niçin “mağlup”lar arasındadır, güzel oldukları için m
i “mağlup”turlar, “mağlûp” oldukları için mi güzeldirler?

“Gâlip” Ağabey, sen, hatırlanıyorken de, unutuluyorken de, sâdık iken de, hâin(!) iken de güzeldin... Hep güzel olarak kalacaksın... Kaybettiğimiz ve artık nerede kaybettiğimizi bilemediğimiz bir güzel olarak kalacaksın...

Ölümü biz inkâr etsek ne olur ki, o bizi inkâr eder olur biter...

Gâlip Ağabey,ölümün bizi inkâr edeceği bir gün, son vedâ ânında dudaklarımıza refâkat edecek bir tebessümün hemen ardından buluşmak üzere...

Adnan İSLAMOĞULLARI

Kaynak: http://mahmutaltay.googlepages.com